Quantcast
Channel: ORDAF

Aksa Tufanı’nın Diğer Cephesi: Enformasyon Savaşı

$
0
0

Hamas’ın 7 Ekim 2023 günü İsrail’e saldırısı ile Filistin direnişinde yeni bir aşamaya geçilmiştir. İsrail’in karşı saldırıları, toplu bir cezalandırma ile sivil katliamına ve tüm Gazzelilerin yok edilmesine yönelik bir soykırıma dönüştü. Bu durum, Hamas’ın bu düzeyde bir karşılığı göze alarak bu savaşı başlattığını çünkü bu savaşın Filistinliler için var oluş ve yok oluş arasındaki çıkmazı sona erdirerek, ‘ya istiklal ya ölüm’ noktasında bir kararlılık taşımasına işaret etmektedir.

İlk defa 1888’den itibaren Siyonizm projesi çerçevesinde gerçekleştirilen göç dalgaları ile başlayan Filistin sorunu, 100 yılı aşkın süredir dünya tarihinde benzeri görülmemiş bir insanlık dramını ortaya koymaktadır. Dolayısıyla güncel bir gelişme olmanın ötesinde Filistin sorunu tarihsel bir meseledir. 1 Uluslararası hukukun, uluslararası sistemin ve aktörlerin bu durumu değiştirme yolunda hiçbir varlık ortaya koymadığı bir ortamda Filistinliler kendi kaderlerini ancak kendilerinin belirleyebileceğinin idraki ile ölümü göze aldıkları bir savaş vermektedir. Bunun en çarpıcı örneğini daha önce Güney Afrika Cumhuriyeti’nde benzer bir şekilde yerleşimci kolonyalizm2 ve apartheid3 zulmüne maruz kalmış olan Güney Afrika halkı Nelson Mandela önderliğinde özgürlük savaşı vermiş ve nihayetinde zafere ulaşmıştır. Aynı şekilde, ne yazık ki Filistinlilere, savaşmak dışında başka bir seçenek bırakılmamıştır.

Bu süreçte, İslam dünyası, Filistin sorununun çözümüne yönelik siyasi bir irade geliştirememiş ve Müslüman liderler akan kanın durdurulmasına yönelik ateşkesi sağlamakta dahi başarısız kalmıştır. Elbette kadın erkek, genç yaşlı, çoluk çocuk ayırt etmeksizin devam etmekte olan katliamın durdurulması en öncelikli insani meseledir. Fakat artık kökleşmiş bir insani sorun haline gelen Filistin meselesinin kalıcı olarak çözümüne yönelik bir insiyatif geliştirilmediği sürece geçici olarak durdurulacak olan katliam bir süre sonra yeniden devam edecektir. Bu noktada, sorunun çözümüne giden yol bellidir; Uluslararası hukuk çerçevesinde, iki devletli çözümün hayata geçirilebilmesi için öncelikli olarak Filistin’in egemen bir devlet olarak tanınması, İsrail’in 1967 sınırlarına dönmesi, İsrail yerleşimlerinin durdurulması ve Doğu Kudüs’ün Filistin başkenti olması gerekmektedir. Filistin sorunu çözülmediği sürece Mescid-i Aksa sorununun çözülmesini beklemek rasyonellikten uzak bir yaklaşım olacaktır.

Uluslararası Dezenformasyon Kampanyası

Batı tarafından İsrail’in gerçekleştirdiği katliam ve soykırıma yönelik destek çerçevesinde belki de askeri ve finansal destekten daha etkili ve yoğun bir şekilde sürdürülen, medya, sosyal medya ve siyasi söylemler aracılığıyla yürütülen dezenformasyon kampanyası ön plana çıkmaktadır. Özellikle büyük uluslararası medya şirketlerinin başını çektiği bu kampanya iki temel hedef doğrultusunda yürütülmektedir. Birincisi, İsrail’in tarihsel olarak uluslararası hukuk ihlali temelinde sürdürdüğü “yerleşimci kolonyalizm” ve etnik temizliğe meşruiyet kazandırmaktır. İkinci hedef ise İsrail’in sürdürdüğü mevcut katliama yönelik İslam dünyası başta olmak üzere dünya kamuoyundan gelecek tepkilerin ve bu tepkilerin sebep olacağı baskıların önünü kesmektir.  Bu amaçla yapılan algı operasyonu ile hakikat tersine çevrilerek Filistin tarafı zalim ve İsrail tarafı mazlum olarak lanse edilmektedir.  Özellikle Türkiye gibi tarihsel ve kültürel bağları doğrultusunda bölge siyasetinde etkin rol oynayan bir ülkede toplumun konuya olan hassasiyetinin daha çok tepkiye ve baskıya yol açabileceği endişesi ile Türkiye özelinde yapılan dezenformasyon kampanyasında tarihi gerçekler tamamen çarpıtılmaktadır. Bu kampanyanın kullandığı yanıltıcı temel argümanların bazıları aşağıda özetlenmektedir.

Hamas’ın terörle suçlanması

Bir ideolojiyi temsil etse de Hamas, halkın oylarıyla meşruiyet temelinde seçilmiş siyasi partidir ve 2007’dan beri de Gazze’yi yönetmektedir. Hamas yönetiminin başlaması ile Hamas’ı terör örgütü olarak tanımlayan İsrail, 2007’den bu yana Gazze’yi karadan, denizden ve havadan gerçekleştirdiği abluka ile kuşatma altında tutmaktadır. Bu kuşatma çerçevesinde Gazze bir açık hava hapishanesine çevrilmiştir ve Gazzeli Filistinliler temel insan haklarından mahrum edilmektedir. Buna karşılık Hamas, bağımsız Filistin devletini kurmak için İzzettin Kassam Tugayları olarak bilinen askeri bir savunma gücü oluşturmuş ve zaman içerisinde savunma kapasitesini ekip ve silah bağlamında geliştirmiştir.

Bu durum İsrail güvenliği için başat tehdit olarak görülmüş ve İsrail politikaları ile özdeşleşmiş ABD politikaları kapsamında HAMAS terör örgütleri listesine alınmıştır. Bunun sonucu olarak, İsrail, bir gerekçeye ihtiyaç duymadan Gazze’yi bombardıman altında tutarak çok sayıda sivili sistematik olarak öldürme izni almıştır. Sadece Gazze’de değil, Batı Şeria’daki şehirlerde ve Doğu Kudüs’te yaşayan Filistinliler üzerinde etnik temizlik sürmektedir.

Uluslararası hukuka göre işgal altındaki bir bölgede yaşayan halkın kendini savunma ve bağımsızlığını sağlamak için silahlı direnişte bulunma hakkı meşru ve yasal bir haktır. Bu nedenle Hamas’ın işgalci yönetime karşı giriştiği eylemler “terör” kavramından ziyade, bağımsızlık savaşı ve direniş kavramlarıyla nitelenmelidir. Bu anlamda iki taraf arasında siyasi görüş ayrılıkları olsa da temelde El-Fetih ve HAMAS liderliği Filistin’in kurtuluşu ve özgürlüğü ortak hedefi doğrultusunda ayrışma içinde değildir ve Filistin direnişinin önemli unsurlarını teşkil etmektedir. Hamas’ın Filistin özgürlük savaşının ötesine geçen farklı bir ajandası bulunmamaktadır.

Hamas’ın sivilleri hedef aldığı iddiası

Savaşın başladığı ilk günlerde uluslararası medyada ve sosyal medya platformlarında yaygın bir şekilde HAMAS’ın İsrailli sivilleri katlettiği iddia edilen görüntüleri öne çıkarılarak negatif kamuoyu oluşturma çabasına girildi. Özellikle, İsrail bebeklerinin başlarının kesildiği iddiası her hangi bir delile ihtiyaç duyulmadan hızla servis edildi. Bu yoğun yalan medya kampanyası gerek batı gerekse İslam toplularında HAMAS özelinde Filistinliler aleyhinde kafaların karışması noktasında kısmen de olsa etkili oldu. Ancak sonraki günlerde çok sayıda İsrail vatandaşının Hamas’ın sivillerin canlarını korumaya yönelik yaklaşımını anlatan videoları paylaşıma girince, sahadaki gerçeğin farklı olduğu anlaşıldı. Son olarak, İsrail’in El-Ehli Baptist Hastanesini bombalayarak 500’den fazla sivili katletmesinin ardından gelen uluslararası tepkiler üzerine hastaneyi HAMAS’ın bombaladığı yalanına sığınması dezenformasyonun ulaştığı noktayı ortaya koymuştur. Aslında İsrail işgaline karşı verdiği mücadelede zaman zaman sivillerin zarar gördüğü durumlar ortaya çıksa da, ilkesel olarak HAMAS, sivilleri, kadınları ve çocukları doğrudan hedef alan saldırılardan özellikle kaçınmaktadır. Buna karşılık, İsrail özellikle sivillerin sığınak olarak kullandığı hastane, okul, cami ve kilise gibi yapıları hedef alarak uluslararası hukuk sisteminde yargılanması gereken büyük savaş suçları işlemektedir. Bunun yanı sıra, işgal altındaki Filistin topraklarında yaşayan ve sivil görünen birçok Yahudi yerleşimcinin bizim zihinlerimizde canlandığı şekli ile sıradan sivil vatandaşlar olmadığı, her birinin silahlı milis gücü olarak yapılandırıldığı unutulmamalıdır.

Tarihi gerçeklerin çarpıtılması

Özellikle Türk toplumuna yönelik olarak sürdürülen en temel dezenformasyon kampanyalarından biri, Filistinlilerin 1. Dünya Savaşı’nda Osmanlı’ya ihanet ettiği ve hatta Osmanlı askerlerini öldürdükleri yalanıdır. Filistin toplumu belki de diğer Arap toplumları içinde Osmanlı devletine olan sadakat ve bağlılığını son ana kadar en açık olarak ortaya koymuş bir toplumdur. Filistinliler 1917’de İngilizler tarafından işgal edildikten sonra da Osmanlı’ya ihanet etmedikleri gibi Osmanlı’ya karşı da doğrudan hiçbir savaşın içinde olmamışlardır. Diğer taraftan Birinci Dünya Savaşı sırasında Haşimi ailesi ve bazı bedevî müttefikleri dışında hiçbir Arap toplumu Osmanlı’ya karşı olumsuz bir tutum takınmadığı tarihi bir gerçektir.

Filistin direnişinin meşruiyet temelini ortadan kaldırmak amacıyla yapılan dezenformasyon kapsamında, tarihsel süreçte Filistinlilerin işgale uğrayarak yerlerinden edilmesi gerçeğini gölgelemek üzere Filistinlilerin evlerini Yahudilere sattığı iddiası dolaşıma sokulmuştur. İsrail’in 1948’de kurulmasına kadar devam eden süreçte, 400 bini aşkın Yahudi göçmen Filistin’e getirilmiş, kısa sürede örgütlenerek para-militer yapılar oluşturulmuş ve silah zoruyla binlerce Filistinli aile evinden zorla çıkarılmıştır. Bu süreçte bırakın toprak satmayı, Filistinliler bir yanda İngiliz öbür yanda Siyonist işgalcilerle mücadeleyi daha da artırmıştı. Ayrıca, konuyla ilgili önemli çalışmaları bulunan tarihçi Zekeriya Kurşun tapu kaydı sistemindeki problemlere dayalı olarak birçok Filistinlinin evinin mülkiyetini ispatlayamaması sebebiyle evlerinin Yahudi yetkililer tarafından istimlak edildiğine dikkat çekmektedir.4 Evsiz kalanlar arasında ekonomik sebeplerle Yahudilere evini satmak zorunda kalmış olan Filistinliler olmasına rağmen bunların oranı %1’i dahi bulmamaktadır.5 İsrail’in kuruluşundan bu güne, İsrail devleti halen Filistinlilerin evlerini yıkmaya ve istimlak etmeye devam etmekte ve Filistinliler yerlerinden edilerek göçe zorlanmaya devam etmektedir.

Direnişi İran’la ilişkilendirerek Filistin davasını gölgeleme girişimi

Dezenformasyon kampanyası kapsamında, Filistinlilere olan desteğin kesilmesi amacıyla Hamas’ın sürdürmekte olduğu Aksa Tufanı harekatının Filistin direnişini temsil etmediği fakat İran’ın kendi bölgesel siyasi çıkarları doğrultusunda bu savaşı başlattığı şeklindeki iddialar yaygınlaştırılmaktadır. Buna karşılık Hamas yetkililerinin harekatı İran’ın emri veya planı ile değil kendi girişimi ile planladıkları ve başlattıklarını defalarca açıklamalarına rağmen bu algı çalışması sürdürülmektedir. Filistin topraklarındaki varlığı 1940’lı yıllarda Müslüman Kardeşler hareketinin bölgede örgütlenmesine dayanan Hamas’ın kuruluşundan beri tüm stratejisini kendi öncelikleri belirlemiştir. Ortadoğu’da İran yada başka bir ülkenin Hamas’a yakın durması ve bazı dönemler maddi destek vermesi, Filistin direnişinin tarihsel çizgisini değiştirecek bir etkiye sahip değildir. Yıllardır kuşatma altında olan ve sürekli İsrail saldırılarına maruz kalan Gazze yönetiminin, zaman zaman Türkiye’den de siyasi ve maddi destek alması Filistin hareketini Türkiye’nin emrine sokmamıştır. Dolayısıyla İran veya bir başka ülkenin kendi dış politik öncelikleri doğrultusunda, Filistin direnişine destek vermesi, direnişin kendi özgün çizgisine halel getirmeyeceği gibi İsrail’in sürdürdüğü bebek katliamlarına ve soykırıma meşruiyet kazandıramayacaktır.


Aksa Tufanı ve Hizbullah

$
0
0

7 Ekim 2023’de Hamas’ın İsrail’e karşı başlattığı ve “Aksa Tufanı” ismini verdiği operasyonun en derin yankısını hisseden ülkelerin başında hiç şüphesiz Lübnan geldi. İsrail’in Gazze’ye attığı bombaların sivil-asker demeden tüm Filistinlileri hedef almasıyla birlikte, Hizbullah’ın ve dolayısıyla Lübnan’ın savaşın yeni aktörleri olup olmayacakları konuşulmaya başlandı. Bu noktada Hizbullah’ın ne zaman karşı atağa geçeceğine, daha da ötesi İsrail’le karşı karşıya gelmek için nasıl bir taktik uygulayacağına dair birbirinden farklı iddialar ortaya atıldı. Savaşın 2. gününden itibaren İsrail-Lübnan sınırında karşılıklı saldırılar zaman zaman şiddetlense de taraflar sınır çatışmaları noktasında tehdit söylemlerini artırmanın dışında kontrollü hareket etmeyi tercih ettiler.

Ancak 13 Ekim’de Reuters’in Lübnanlı kameramanı İsam Abdullah’ın İsrail’in topçu atışıyla ölmesi sonucunda Lübnan’da da savaş çanları çalmaya başladı. Abdullah’ın sınır bölgesi Alma Şaab’daki ölümünün yanı sıra 5 basın mensubunun yaralanması Lübnan topraklarına saldırı olarak kabul edildi. Ancak asıl fırtına Hizbullah askerlerinin peş peşe ölüm haberlerinin verilmesiyle birlikte koptu. Hizbullah’ın hızla asker kaybı yaşaması Lübnan’da savaşa girmenin kaygılarını artırsa da, Hizbullah Lideri Hasan Nasrallah sessizliğini korumaya devam etti. İran Dışişleri Bakanı Hüseyin Emir Abdullahiyan’ın ve İran kaynaklarının İsrail’i tehdit eden söylemlerinin içinde Hizbullah direnişinin de yer alması ancak Gazze’de yanan ateşe rağmen Hizbullah tarafında daha alt perdeden bir strateji uyguluyor olması, farklı ve bir ölçüde eksik tahminlerin de artmasına yol açtı.

Hizbullah’ın Gazze Krizindeki Yeri ve Meşruiyeti

Hizbullah’ın Bint Cübeyl bölgesinden milletvekili olan Hasan Fadlallah, 22 Ekim’de Nasrallah’ın hiçbir beyanatta bulunmamasını “savaşın bir taktiği” olarak yorumladı. Fadlallah verdiği beyanatta Hasan Nasrallah ekrana çıkıp Gazze’de İsrail soykırımına dair bir yorum yaparsa, İsrail’in oklarını direk Lübnan’a çevirebileceği ve savaşın bölgesel olarak genişleyeceği şeklinde sözler sarf etti. Bununla birlikte savaşın başladığı ilk günden itibaren Hizbullah kanadından beklenen aksiyonun henüz gerçekleşmemiş olması Lübnan–İsrail denkleminde yeni hesapların gün yüzüne çıktığını gösteriyor. Bu hesaplar birkaç noktada özetlenebilir:

Öncelikle Hizbullah’ın yalnızca İran destekli askeri bir örgüt olduğu ve meşruiyetini askeri kapasitesi üzerinden sağladığı yönünde var olan izlenimler, Hizbullah’ın Lübnan’daki siyasi varlığını görmezden gelmektedir. 1992 yılından itibaren Lübnan parlamentosunda bir parti olarak Şii nüfusun büyük çoğunluğunu temsil eden Hizbullah, Lübnan’daki asıl meşruiyetini bu siyasi gücü üzerinden sağlamaktadır. Dolayısıyla Şiiler için Hizbullah’ın parlamentodaki temsiliyeti; güneyi kontrol ediyor olması ve İsrail’in karşısında koruyucu bir duvar olarak durduğunu gösteren imajı kadar büyük bir öneme sahiptir. Nitekim Lübnan’daki Şiiler her ne kadar Hizbullah’ın askeri gücüne güvenseler de mevcut savaş ortamında İsrail’in hukuk tanımaz eylemleri Lübnan’da sadece Şiileri değil, tüm mezhep gruplarını kaygılandırmaktadır. Dolayısıyla Hizbullah’ın İsrail karşısında alacağı her yenilginin siyasi meşruiyetini de sarsacak olması, Şiilerin kara savaşının başlamaması ve Hizbullah’ın savaşa dahil olmaması yönündeki temennilerini artırıyor.

Hizbullah’ın siyasi otoritesi göz önünde bulundurulduğunda yakın zamanda yaşadığı depremleri de değerlendirmek, Hizbullah’ın Lübnan denklemindeki konumunu ve savaşa yaklaşımını anlamak açısından önem arz ediyor. 15 Mayıs 2022 genel seçimlerinde Hizbullah parlamentoda her hangi bir koltuk kaybı yaşamasa da müttefikleri Maruni Özgür Yurtseverler Hareketi ve Dürzi Demokrat Partisinin seçimde oy oranlarının düşmesi ve koalisyonun koltuk sayısındaki azalma, Hizbullah’ın da parlamento gücünü etkileyen bir rol oynadı. Bu etkinin en görünen çıktısı ise açıktan destek verdiği cumhurbaşkanı adayı Süleyman Franciye’nin başkanlığı elde etmek için bir ilerleme kaydedememesi şeklinde oldu.

Lübnan’da cumhurbaşkanı seçmek hiçbir zaman kolay olmasa da, mevcut durumda Franciye’nin Lübnan siyasetinde ve Lübnan dışında hala bir popülarite elde edememesi, bunun yerine sürekli farklı adayların gündeme gelmesi Hizbullah için önemli bir siyasi krize dönüştü. Hizbullah’ın Franciye’nin cumhurbaşkanı olamaması durumunda Lübnan’daki mezhepsel dengeleri yeni cumhurbaşkanı üzerinden nasıl kuracağı ve diplomatik çatışmalardan nasıl uzak kalacağı en önemli sorunlardan biridir. Ancak, askeri varlığının siyasi ağırlığıyla paralel olması nedeniyle Hizbullah için yeni cumhurbaşkanının durumu, kendisinin askeri manevra alanını belirleyecek hayati bir konu anlamına da gelmektedir.

Bir diğer nokta ise Hizbullah’ın kuruluşuyla birlikte Lübnan’da var oluşunun arkasındaki saikler. 1982 yılında kurulan Hizbullah’ın, 1985 yılında ilan ettiği “Açık Mektup” Hizbullah’ın hedeflerini ayrıntılarıyla açıklıyor. Hizbullah öncelikle bir kimlik tanımlaması yaparken, Lübnan’ın evladı olduğunu vurguluyor. Diğer taraftan “Afganistan’da, Irak’ta, Filipinler’de ya da herhangi bir başka yerde Müslümanların başına gelen bir şey bütün İslam ümmetinin başına gelmiş demektir. Bu yüzden ayrılmaz bir parçası olduğumuz İslam ümmetinin karşı karşıya olduğu her türlü zorlukla mücadele etmeyi asli bir dini görev kabul ederek veliy-i fakihimiz tarafından tespit edilen siyasal yaklaşımımız ışığında bu yönde sonuna kadar gayret ederiz.” ifadeleriyle İslam dünyasındaki pozisyonunu da belirlemiş oluyor.

Bu noktada “Siyonistler ve onların işbirlikçileri” terimlerini sıkça kullansa da tek hedefinin Filistin’i özgürleştirmek olmadığı anlaşılıyor. Bundan daha da önemlisi Hizbullah Filistin’i İsrail işgalinden kurtarmanın yanında “Lübnan’ı korumak” için var olduğunu, verdiği mesajda net bir şekilde aktmaktadır. Buna göre Hizbullah “Siyonist sürüleri bugüne kadar olduğu gibi bundan sonra da sürekli bize saldırmak ve boyun eğdirmeye uğraşmakla meşgul olacaklardır. Bundan dolayı biz de sürekli ve giderek artan bir şekilde onların saldırılarını püskürtmek, dinimizi, varlığımızı ve şerefimizi savunmak için hazırlık içindeyiz.” derken, saldırıdan daha çok Lübnan’ı savunmayı gözeten bir yöntemi benimsemektedir. Yine hatırlanacağı üzere iç savaştan sonra Taif Anlaşması gereği tüm milis gruplarının silahlarını teslim etmesi gerektiğine dair maddeye Hizbullah itiraz etmiş ve örgütün bir milis grubu olmadığını ifade ederek, aksine Lübnan’ı korunması için gereken tüm önlemlerin bir parçası olduğunu iddia etmişti.

Bu aşamada Hizbullah için en kritik hesaplardan biri İsrail’in Gazze’yi karadan işgal etmesi durumunda direk müdahale etmesi karşısında Lübnan’ı ne ölçüde koruyabileceği şeklinde açığa çıkıyor. 2006 savaşını kendi açısından bir zafer olarak nitelese de, Hizbullah’ın verdiği kayıplar ve Lübnan’da bazı bölgelerin aldığı büyük hasar ve hayatını kaybeden çok sayıda sivil, bu zafer söylemine gölge düşürmektedir. Bunun yanı sıra, 2006 savaşı sonrası Şiiler dışında Lübnan’da yer alan diğer mezhep gruplarının Hizbullah’a karşı olan negatif söylemlerinin artması, Gazze savaşı sonrası kaybetme ihtimaline karşı meşruiyetinin bir darbe daha alacağı ihtimalini artırmaktadır. O kadar ki, olası bir yenilgi durumunda Hizbullah’ın silahlarını teslim etmesi yönündeki baskıların artacağı da anlaşılmaktadır.

En iyi senaryoya göre Gazze’de yakın dönemde ateşkes imzalanıp normale dönüş sağlansa dahi, Hizbullah’ın meşruiyetini biraz daha kaybettiği açıktır. Hizbullah, İsrail’in olası bir kara operasyonu öncesi yukarıda geçen tüm hesapları göz önünde bulundurmakta ve yaşadığı tereddütler onun İsrail karşıtı söylemlerinin sorgulanmasını da getirmektedir. Savaşın sonucu ise Hizbullah’ın Lübnan’daki nüfuzunu, bölgesel aktörlerin Hizbullah’a bakışını büyük ölçüde değiştireceğe benziyor.

Yeşaya Kehaneti ve İsrail Saldırganlığına Teopolitik Yaklaşım

$
0
0

Hamas’ın 7 Ekim’de Aksa Tufanı adı verilen bir operasyonla İsrail’e saldırması sonrasında İsrail’in Gazze’ye yönelik saldırıları neredeyse bir aya yaklaştı. 15 yıldan fazla bir süredir abluka ve tecrit yaşamı sürdüren Gazzelilere su, gıda, ilaç gibi insanî temel ihtiyaçlar sağlanamazken, adeta bölgedeki sivillerin yaşam hakları yok sayılıyor. Batı tarafından (Almanya) Yahudilere yaşatılan Holokost, bu sefer İsrail tarafından Filistinlilere uygulanıyor. Saldırılar sonucu yaralıları tedavi eden doktorlar şimdiye kadar hiç görmedikleri ağır yanık vakalarıyla karşılaştıklarını anlatıyorlar. İsrail’in suç teşkil eden beyaz fosfor bombası kullandığı iddiaları altında bu tür ağır yaralanmaların hangi nedenden ötürü meydana geldiği henüz netleşmedi.

Gazze’deki sivillere yönelik saldırılar dünya kamuoyunun da tepkisini çekti. Yahudiler dahil çeşitli dinden, görüşten milyonlarca insan protesto ve gösterilerle İsrail’in acımasız saldırılarını kınamaktadır. İsrail hükümeti durumu “meşru müdafaa hakkı” olarak açıklasa da, öldürülen insanların çoğunluğunun kadın ve çocuklardan oluştuğu göz önüne alınırsa bunun müdafaadan ziyade masumlardan intikam olduğu anlaşılmaktadır. İsrail tarafından bombalanan Gazze’deki El-Ehli Babtist Hastanesi’nde tek seferde yaklaşık 500 kişi hayatını kaybetti. 20 gün içerisinde Gazze Şeridi’nde öldürülenlerin sayısı 7 bini aşmış durumdadır ve BM verilerine göre ölenlerin %40’ını çocuklar oluşturmaktadır. İsrail saldırıları nedeniyle hiçbir arama kurtarma yapılamadığı için enkaz altında binlerce insanın bulunduğu tahmin edilmektedir. Şimdiye kadar 101 sağlık çalışanı öldürüldü, 12 hastane ve 32 sağlık merkezi hizmet dışı kaldı. Gazzeli nüfusun %70’i yerinden edildi.1 Eldeki verilere bakıldığında İsrail’in bölgeye yönelik saldırıları meşru müdafaanın ötesindedir. Bunun literatürdeki adı katliamdır, etnik-dini soykırımdır. Gazze’de zor koşullar altında mahsur kalan sivillere yardım etmek için artan uluslararası çağrılara rağmen İsrail hükümeti henüz ateşkesten bahsetmedi.

Netanyahu’nun Yeşaya Çıkışı

Netanyahu saldırılar devam ederken 25 Ekim 2023’te verdiği bir demeçte İsrail ordusunun Gazze’ye yönelik kara harekâtına hazırlandığını belirtmesinin ardından, “Bizler ışığın insanlarıyız, onlar karanlığın insanları ve ışık karanlığa karşı zafer kazanacaktır… Artık tek bir amaç için bir araya gelmenin zamanıdır; Zafere ulaşmak için hızla ilerlemek. Ortak gücümüz ile haklılığımıza ve Yahudi halkının ebediliğine olan derin inancımızla Hamas’a karşı Yeşaya kehanetini göreceğiz. Ülkenden şiddet, sınır boylarından soygun ve yıkım haberleri duyulmayacak artık. Surlarına kurtuluş, kapılarına Övgü adını vereceksin” ifadelerini kullandı. Netanyahu’nun açıklamasında Yahudilerin kutsal kitabı Tanah’ın Peygamberler bölümünde yer alan Yeşaya anlatısına gönderme yapıldığı görülmektedir (Yeşaya 60). Yani Netanyahu hazırlığı yapılan yeni bir saldırıyı Kutsal Kitap terimleriyle açıklamıştı. Muhtemelen uzun yıllardır sahayı çalışan pek çok araştırmacı “Yeşaya da neyin nesi” sorusuyla meşgul oldu. Uluslararası ilişkiler, siyaset bilimi terminolojisinde geçmeyen Yeşaya’nın Gazze saldırılarıyla ilişkisi ne olabilirdi?

Yahuda Krallığı döneminde yaşayan bir peygamber olduğu düşünülen Yeşaya (MÖ. 8.-7. yy), hem Hristiyan hem Yahudi inancında önemli bir isimdir. 66 bölümden oluşan Yeşaya Kitabı’nın daha çok son kısımlarında geçen söz konusu anlatı (ve kitabın tamamı) Hristiyanlar tarafından da kutsal bir metin olarak görülür. Netanyahu’nun vurguladığı kısım özetle; İsrailoğullarının Tanrı tarafından “seçilmiş halk” olduğu, Doğu’dan Batı’dan dağılmış tüm İsrailoğullarının Siyon’da (Kudüs) yeniden bir araya geleceği, Tanrının Krallığı’nın Siyon’da yeniden kurulacağı, Süleyman Mabedi’nin üçüncü kez yeniden inşa edileceği, İsrailoğullarının gücünü yeniden kazanacağı, uluslara ışık olup adalet sağlayacağı gibi konuları ele almaktadır. Yani İsrail’in kurtuluşu ve görkemli geleceği üzerinde durulmaktadır. Yahudi dünyası için anlamı budur.

Teolojik Olarak Siyonizm ve Evanjelizm Ortaklığının Sonu: Mesihlerin Çarpışması

Hristiyan inanışa göre İsa Mesih’in ikinci kez yeryüzüne gelişi yolunda İsrailoğullarının eski zamandaki gibi yaşaması gerekmektedir. Yani İsa Mesih’in yeniden gelmesi için İsrailoğullarının kayıp on kabilesi bulunup Siyon’a yerleşmiş olmalıdır. Kehanetin diğer bölümünü Süleyman Mabedi’nin yeniden inşa edilmesi oluşturmaktadır. Evanjelizm’in Yahudi dünyayla yakından ilgilenmesinin nedeni bu hususlardır. Her ikisinin de dinen kurtuluşu birbirine bağlı görünmektedir ve bu konuda ortaklık yapmaları kaçınılmaz olduğundan esas sorun da burada başlamaktadır. Diyelim ki şartlar sağlandı ve büyük savaş (Armagedon) yapıldı, ya sonra? Yahudi’nin inancı Yahudi’ye; Hristiyan’ın inancı Hristiyan’a. Nasıralı bir Yahudi olan İsa’yı inancı nedeniyle öldürenlerin, bundan sonra İsa’dan medet umması elbette ki söz konusu değildir. Geçtiğimiz haftalarda Kudüs’te Çile Yolu’nda hac görevini yerine getirmeye çalışan Hristiyanlara o sırada oradan geçmekte olan Yahudilerin tacizine (tükürmeleri) kameralara yansımıştı.

Hem Hristiyanlık hem Yahudilik bu tür pasajlar nedeniyle bir gün Tanrının Krallığı’nın kurulacağına inanmakta, bunun için bir kurtarıcı (Mesih) beklemektedir. Ancak her ikisinin Tanrısı farklıdır her ikisinin beklediği Mesih de farklıdır. Yahudi kaynaklarında beklenen Mesih Davut soyundandır; Hristiyanların beklediği Mesih ise İsa Mesih’tir. Yahudiler İsa’yı ne Mesih ne peygamber kabul eder. Kıyamet savaşları olarak geçen bu tür anlatıların sonu bir nevi Mesihlerin çarpışmasıdır. Akıbette; her biri kendi Tanrısının, kendi Mesihinin kazandığını iddia eder.

Teolojik olarak Yahudilik ve Hristiyanlığın birleşimi mümkün olmamasına rağmen, son dönemde Yahudilerin beklediği kurtarıcının aslında İsa Mesih olduğunu iddia eden yeni bir anlayış (hatta din) doğdu; “Hristiyan Siyonizmi”. Yahudilerin beklediği Mesih’in İsa Mesih olma ihtimali, Yahudi inanç ilkelerine göre mümkün değildir.

Kitaba Sondan Başladı

Yeşaya Kitabı’nda Babil’in yükselişi, Kudüs’ün yıkılışı, Yasa’nın (Musa Şeriatı) çiğnenmesi nedeniyle Tanrının dünyayı cezalandıracağı, Tanrı’ya karşı gelen her ulusun yıkılacağı gibi pek çok konu ele alınmaktadır. Ele alınan konulardan biri de, İsrailoğullarının günahı, kibri ve inatçılığıdır (Yeşaya 48). İsrail’in kurtuluşunun Yasa’ya uyduğu taktirde olacağı belirtilir (Yeşaya 48, 49). Örneğin İsrailoğullarının seçilmişliğini anlatan Yeşaya 43, metnin devamında İsrail’in günahları nedeniyle bütünüyle yıkıma, rezilliğe mahkûm edildiği belirtir. Öyle ki Yeşaya’nın giriş pasajında Yasa’ya uymamaları nedeniyle öfkeli bir Tanrı vardır: “…Çocukları yetiştirip büyüttüm ama bana başkaldırdılar. Öküz sahibini, eşek efendisinin yemliğini bilir ama İsrail halkı bu kadarını bile bilmiyor. Halkım anlamıyor (Yeşaya 1:2-3); Ellerinizi açıp bana yakardığınızda gözlerimi sizden kaçıracağım. Ne kadar çok dua ederseniz edin dinlemeyeceğim. Elleriniz kan dolu. Yıkanıp temizlenin. Kötülük yaptığınızı gözüm görmesin. Kötülük etmekten vazgeçin. İyilik etmeyi öğrenin, adaleti gözetin, zorbayı yola getirin, öksüzün hakkını verin, dul kadını savunun” (Yeşaya 1:15-17); İstekli olur, söz dinlerseniz, ülkenin en iyi ürünlerini yiyeceksiniz. Ama direnip başkaldırırsanız kılıç sizi yiyip bitirecek (Yeşaya 1:19-20)”. Yine Yeşaya 6:9’da “İşittikçe işitecek ama anlamayacaksınız, Baktıkça bakacak ama görmeyeceksiniz” denilmektedir. Yani Netanyahu kitaba sondan başlamıştır.2 Hem Yahudiler hem Hristiyanlar için kutsal olan bir metin seçerek saldırıları için gerekli destek ve yardım ihtiyacına teolojik bir argüman sağlamıştır.

Dış politikada teolojik hamleler uygulamadan önce, teolojik bir devlet olunup olunmadığı sorusunun yanıtının verilmiş olması gerekir. Bugün İsrail, uyguladığı politikalar nedeniyle tarihinin en yoğun protestolarını yaşamaktadır. Yerleşimci politikası da eleştirilmektedir. Son dönemde yerleşimci nüfusu arttırmak amaçlı dünyanın çeşitli noktalarından -bilhassa Afrika’dan- toplanan yeni göçmenlerin gerçek Yahudi olmadığını düşünen Yahudiler vardır. Bu konuda Knesset’teki tartışmalar sonlanmış değildir, ki yapılan gen ve DNA analizleri Etiyopya’dan kayıp Dan kabilesinin soyu oldukları iddiasıyla getirtilen Falaşa topluluğunun, Ortadoğu ile bağlantısı olmayan yerli Afrikalı bir kabile olduğunu ortaya koymuş durumdadır.3 Diğer yandan hemen hemen her gün dindar Yahudiler devlet aleyhine gösteriler yapmaktadır. Bu dindarlar, Yahudiler adına konuşan ve onlar adına savaştığını iddia eden İsrail’in meşruluğunu kabul etmemektedir. Askere gitmek istememelerinin altında yatan neden de budur. Bu açıdan İsrail’in kendi içerisinde meşruiyet problemi hala sürmektedir ve nedeni de 1948’de kurulan rejimin kutsal metinlerde geçtiği şekilde kurulmamasıyla ilişkilidir. Nitekim Yahudi kaynaklarında Yahudilerin bir devlet altında toplanması -beklenen kurtarıcı Mesih eliyle- olacaktır. Bu nedenle Netanyahu’nun vurgulamaya çalıştığı görkemli geleceğe ulaşma arzusu ilk kez ortaya çıkıyor değildir. Yahudi tarihi bu açıdan onlarca sahte Mesih vakasıyla doludur. En bilineni, Osmanlı döneminde yaşamış olan Sabatay Sevi’dir. Yahudi inanç dünyasında Mesih hala beklendiğine göre ortaya çıkan tablonun yorumu; Siyonizm Mesih’ten rol çalmıştır.

Filistin Meselesi İsrail’in Sorunu

Filistin meselesi Osmanlı Devleti’nin o topraklardan çekilmesiyle başlayan bir sorundur ki aslında sorun Filistin’in de değil, İsrail’in sorunudur. Zira İsrail bahsi geçen toprakları kendi toprağı olarak gördüğü için yerleşim hakkının da kendisinde olduğunu iddia etmektedir. Bu düşüncenin temeli de “vaadedilmiş toprak” mitiyle somutlaşan Kutsal Kitap’tan gelmektedir. Dolayısıyla Ortadoğu’da güç gösterisinde bulunan Amerika’yı, İsrail’i değerlendirirken bu tür teolojik yönlerin göz ardı edilmemesi gerekir. Yeşaya anlatısına yer verilmesi bu durumun saklanılmadığını da göstermektedir. Bununla birlikte gerek Yahudi gerek Hristiyan, dini ne olursa olsun dünya etrafından milyonlarca insanın İsrail’in saldırılarını insanlık dışı olarak görüp tasvip etmemesi, bir dönem sonra saldırılarda kullanılan teolojik argümanların işlevsiz kalacağına işaret etmektedir. Nitekim akıl ve vicdanın götürdüğü yol tektir. Daha kutsal metne nasıl dahil olduğu netliğe kavuşmayan, Hristiyan veya Yahudi akademilerinde hala tartışma konusu olan birtakım anlatıların insan öldürmeye, işgale gerekçe olarak sunulması da ayrı bir tartışma konusudur.

Türkiye Yeşaya Kehaneti’nin Neresinde?

Tam merkezinde. Türkiye’nin bu açıdan dikkatli bir politika yürütmesi gerekmektedir. Netanyahu’nun Işık olmak istediği alana Türkiye’nin Güneydoğusu da dahildir. Tanah metinlerinde Arz-ı Mev’ûd’un sınırları konusunda aslında karmaşa bulunsa da genel kanı İsrail, Filistin, Mısır, Lübnan, Ürdün, Suriye, Irak, İran, Kuzey Suudi Arabistan ve Türkiye’den toprak parçalarını içeren geniş bir alan olduğu şeklindedir (Tekvin 15:8; Tesniye 11:24). Yahudi tarihini çokça meşgul eden sahte Mesih vakalarını tetikleyen de bu ideali gerçekleştirme arzusuydu. Aynı arzunun 21. yüzyılda kişiden ziyade bir hükümet tarafından dile getiriliyor oluşu oldukça ilginçtir.

Adı üstünde bu bir kehanettir. Dünyanın çeşitli yerlerinde bilhassa Hristiyan dünyasında kehanetlere örülü onlarca kıyamet tarikatı bulunmaktadır. Sınır komşumuz İran da kendi kehanetiyle ilgilenmektedir. Netanyahu’nun örneklediği Yeşaya metni dahil Kutsal Kitap’ta yer alan pek çok dinî metin ve anlatının Kutsal Kitap’a nasıl dahil olduğu konusu belirsizdir. Araştırmalar yapılmaktadır. Doğru veya değil, bizi ilgilendiren husus bu tür argümanların sahaya taşınıp teo-politikleştirilmesidir.

Netanyahu uzun süredir İsrail toplumunda protestoların merkezindeydi, düştü düşecek gözüyle bakılıyordu. Son olayla ibre bir anda durdu.  7 Ekim’de istihbarat zafiyeti gösterildiği iddiaları arasında Netanyahu Yeşaya çıkışıyla hem yük hafifletti hem istediği askeri-ekonomik yardım isteğine zemin buldu, hem de meseleyi dinî boyuta çekerek somut katliamı teolojik bir temele dayandırdı. Verilen mesajı hoşnutlukla karşılayan Amerika’da tam bu sırada yeni Meclis Başkanı seçildi; İsraille iyi ilişkileri olduğu bilinen Evanjelist Mike Johnson. Johnson’un ilk görüştüğü konu, İsrail için düşünülen 14.5 milyar dolarlık yardım paketi oldu.4

Açıktır ki, İsrail’in dış politikada teo-politik argümanlara sığınması işgale ve soykırıma meşruiyet kazandırmak ve aynı zamanda dış destek sağlama ihtiyacı nedeniyledir. Yoksa dün Yeşaya’ya sırtını dayayanın bir gün sonra Tanrısını unutup -öldürmenin yasak olduğu- Şabat’ta soykırım yapması nasıl düşünülebilir?5 Tüm bunlar Yahudilikte teolojik kırılmalar yaşandığını göstermekle beraber bugün pek çoğu Filistinlilerin yanında olan anti-Siyonist Yahudilerin mücadelesinin de bir nebze anlaşılması sağlamaktadır.

Gazze Saldırıları ve İsrail’in Yeni Tehdit Algıları

$
0
0

Hamas’ın 7 Ekim Aksa Tufanı operasyonu sonrası İsrail’in Gazze’de başlattığı saldırının neden olduğu yıkım ve on bini aşan sivil can kaybı Gazze halkını çok zor duruma düşürdü. Gazze halkının acısını hafifleten şeylerden biri, geniş bir coğrafyada İsrail’in acımasız saldırılarına verilen tepki oldu. İsrail saldırıları, İslam dünyasının yanı sıra, Londra, Paris, Barcelona, Berlin, Kopenhag, Washington, New York ve Los Angeles’ta da tepkiyle karşılandı. Dahası tepkilerin bir kısmı bizzat Yahudi topluluklar tarafından gerçekleşti. Dünya kamuoyunun bu tepkisi şimdilik bir ateşkese yol açmasa da İsrail’in ilerleyen zamanlarda batı kamuoyunu ve bazı batılı liderlerin sınırsız desteğini kaybedeceğini göstermesi bakımından önemli görülmelidir. Nitekim İsrail’e koşulsuz desteği ile dikkat çeken ABD Başkanı Joe Biden ve Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron gibi simler dahi son günlerde ateşkesten ve sivil ölümlerden bahsetmeye başladılar.

İsrail’in Gazze saldırısının sonuçlarını kimse kesin olarak kestiremese de artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı çok net anlaşılıyor. En azından Gazze’nin mevcut yapısını değiştirmek, bölgeyi Hamas’tan arındırmak, bölgede uluslararası bir yönetim kurmak veya Gazze’yi Filistin Devlet Başkanı Mahmud Abbas’ın kontrolüne vermek ya da Gazze halkını top yekûn Sina Çölü’ne sürmek gibi çeşitli senaryolar konuşulmaktadır. Ancak yaşanan gelişmeler bu senaryolar dışında son olayların başka siyasi ve sosyal sonuçlarının olacağına da işaret etmektedir.

Bu sonuçların en olumsuz olanı, bundan sonraki süreçte batı dünyasının geniş bir halk kitlesi nezdinde itibar kaybı ile antisemitizm ruhunun yeniden yeşermesi ve Yahudilerin dünyanın değişik yerlerinde uğradıkları kötü muamelenin meşruiyet kazanacağına dair bir iddiadır. Nitekim bunun en somut örneği Fransa’da yaşandı ve ülkede son bir ayda Yahudi karşıtı binden fazla olay vuku buldu. Bunu ilerleyen zamanlarda farklı Batı kentlerinde yaşanacak benzer gelişmelerle daha net göreceğiz.

Bir diğeri ise, Hamas’ın 7 Ekim’de başlattığı Aksa Tufanı operasyonunun İsrail’in güvenliği ile ilgili artırdığı endişelerdir. İsrail doğal sınırları olmayan ve son derece zayıf kara ordusu olan bir ülkedir. Bu zaaf İsrail’in ve de batının 2006 Lübnan savaşından beri farkında olduğu bir durum. Bu zaafla birlikte İsrail ve düşmanları arasındaki güç ilişkisinin gittikçe değiştiği dikkatlerden kaçmıyor. İsrail ordusu 2006 yılında Hizbullah karşısında olduğu gibi bu kez de Hamas karşısında ciddi bir zaafa uğradı. İsrail’in bu aşamadan sonra Amerika’nın desteği olmadan, düşman gördüğü gruplar üzerine bırakın herhangi bir kara harekatını gerçekleştirmeyi, kendi sınırları içerisinde daha fazla varlığını devam ettirip ettiremeyeceği bile tartışılır bir konudur.

Bu kaygı ve varoluşsal korkular öylesine üst düzeye çıkmıştır ki, İsrail işgal yönetimi güya terörizme karşı kendini savunmak amacıyla hareket ettiğini iddia etse de bir ayı aşkın bir süredir Gazze’de hastahaneler dahil sivil yerleşim yerlerini bombalamaktan ve savunmasız masum insanlar üzerine ölüm yağdırmaktan başka bir şey yapmıyor. En azından Hamas karşısında ciddi bir başarı sağladığına dair en ufak bir belirti bulunmuyor.

ABD ve batılı liderleri endişelendiren en önemli husus, olası bir çatışmada İsrail ordusunun Hamas’ın yanı sıra İran’ın “Direniş Ekseni” adını verdiği gerek Hizbullah ve gerekse savaş tecrübesine sahip Kudüs Ordusu ve ona bağlı milislerin harekete geçmesi halinde, içine düşeceği zaaf durumudur. İran, İsrail’e karşı Lübnan’daki Hizbullah’ın yanı sıra, Irak, Yemen ve Suriye’deki milisler başta olmak üzere “Direniş Ekseni” adı verilen bir ittifakı desteklemekte ve savaşın patlak vermesinden bu yana önemli bir risk faktörü olduğunu hissettirmektedir. İran’ın, Devrim Muhafızlarına bağlı Kudüs Ordusu’nun emri altında örgütlediği ve Irak, Lübnan, Afganistan ve Pakistan’dan getirip Suriye’nin batısında çeşitli savaş meydanlarına yaydığı milis güçleri, İsrail için 2018 yılından itibaren ciddi bir tehdit oluşturmaktadır. Suriye’deki bu grupların İsrail ile gerginlik yaşadıkları ve zaman zaman İsrail’in hava saldırılarına maruz kaldıklarına dair birçok olay bulunmaktadır.

İsrail ile Hizbullah arasında 8 Ekim’de başlayan düşük yoğunluklu çatışmalar devam ederken, İran bağlantılı grupların gerek Suriye’den gerekse Yemen’den doğrudan İsrail’e ya da Irak ve Suriye’de bulunan Amerikan üslerine yönelik saldırıları, İsrail karşıtı direnişin bundan sonra Hamas ile sınırlı kalmayacağına işaret etmektedir. Aslında, ABD’nin 7 Ekim saldırısından sonra olaya müdahil olması ve Akdeniz’e savaş gemileri göndermesinin gerekçesi, İsrail’i dört bir yandan kuşatan İran yanlısı bu gruplardan duyulan güvenlik endişesidir. ABD’nin Ortadoğu politikasındaki önceliği İsrail’in güvenliği olduğu için benzer bir güvenlik önlemini Suriye’de geniş bir alana PKK’ya müzahir gruplardan oluşan Suriye Demokratik Güçlerini yerleştirmekle de yaptı. Böylece İran’ın Irak üzerinden Suriye, Lübnan ve Hizbullah ile olan kara bağlantısını kuzeyde Aynelarab’dan güneyde Ebu Kemal’e uzanan bir alana Suriye Demokratik Güçleri’ni yerleştirerek önleme çalıştı.

ABD’nin uçak gemilerinin veya askeri yetkililerinin İsrail’i daha ne kadar koruyabilecekleri merak konusuysa da, İsrail’in güvenliğinin yalnız Hamas’ı ortadan kaldırmakla sağlanamayacağı ve İsrail için tehdit olan diğer unsurların da kısa ve uzun vadede bir müdahaleye uğrayacağı görülmektedir.

Geçmiş Savaşlar Gölgesinde Aksa Tufanı ve Arap Dayanışması

$
0
0

Yaklaşık 75 senedir Filistin topraklarında bir ur gibi büyüyen İsrail işgaline ve bu işgalin meydana getirdiği sorunlara, problemin tarihindeki farklı gelişmelerle mukayese ederek bakmak süreci anlamlandırmada önemli ipuçları verebilir. Bu bağlamda, örneğin, geçmişte yaşanmış büyük dönüm noktalarından olan 1967 ve 1973 Arap-İsrail savaşları Filistin direnişinin ve bölgedeki Arap devletlerinin yaşadığı dönüşümü görme bakımından kritik dönemeçlerden biridir.

1973 Arap-İsrail Savaşı’nın hemen akabinde Filistin’i destekleyen petrol üreticisi Arap ülkelerinin İsrail’i destekleyen ülkelere petrol ambargosu uygulaması bölgedeki gelişmelerin seyri bakımından oyun değiştirici bir rol oynamıştı. Geçmişteki bu cüretkar politikalarla bugünkü ürkek ve cılız tepkileri karşılaştırınca Arap ülkelerinin siyasetindeki büyük fark ve yaşanan kırılma rahatlıkla görülebilir.

1960-70’li yıllarda Filistin tarafının, İsrail’in işgal politikalarına karşı daha çok Mısır ve Suudi Arabistan gibi Arap devletlerinin tavırları ile mutabık bir siyaset geliştirme ihtiyacı bunda etkiliydi. Sadece Filistin tarafı değil, İsrail işgal rejimi de bağımlılık ilişkisi açısından en azından bugünkü kadar ABD ve bazı Batılı ülkelerin desteklerine muhtaç durumdaydı. Bir farkla ki; ilerleyen yıllarda Filistinli gruplar Arap ülkelerine bağımlılığını azaltıp kendi özgün potansiyellerine daha çok dayanmaya başlarken, İsrail ise bu süreçte kendisine destek veren büyük güçlere ve Siyonist sermaye ile ABD askeri yardımlarına daha fazla bağımlı hale gelmiştir.

Özellikle Hamas’ın 2006 yılında iktidara gelişi sonrasında Filistinlilerin değişen meşruiyet temelleri, birçok Arap ülkesi tarafından ihtiyatla karşılanmıştır. Bu süreç içinde Hamas liderliğinde Arap dünyasında kendine daha sağlam bir yer edinmeye çalışan Filistin liderliğinin zayıfladığı, İsrail’in hukuk dışı uygulamaları nedeniyle cılız eleştiriler dışında çok fazla tepki görmediği bir sürece girilmiştir.

Arap dünyasında marjinalleştirilen Filistinlilerin 7 Ekim’deki Aksa Tufanı operasyonu bu anlamda önemli bir tarihsel dönemece denk gelmiş ve 1973 Savaşından bu yana, kısa süre içinde İsrail en büyük psikolojik, askeri ve insani kaybı yaşamıştır. Hamas’ın askeri kanadı, herhangi bir devletin açık desteği olmamasına ve sınırlı imkânlarına rağmen İsrail’e büyük bir şok ve yenilgi yaşatarak Arap ülkelerine rağmen ayakta kalabildiğini göstermiştir.

Arap Ülkelerinin Değişen Tutumu

Haziran 1967 savaşında İsrail’in Sina yarımadası, Golan Tepeleri, Batı Şeria, Gazze ve Doğu Kudüs’ü işgali ile birlikte Mısır lideri Cemal Abdünnasır’ın şahsında prestij kaybına uğrayan Arap milliyetçisi politikaları, Filistin için yeni ideolojik arayışları büyütmüştü. Bu anlamda Suudi Arabistan Kralı Faysal’ın alternatif dış politik yaklaşımları Filistinliler arasında biraz daha işitilir olmuştur.

Savaşta, Mısır, Süveyş Kanalı’nı kapatmış, Irak, Libya, Suriye, Cezayir ve Kuveyt, gibi petrol üreten Arap ülkeleri ABD ve İngiltere’ye petrol ihracatını durdurmuş ve bu iki ülkeyle diplomatik ilişkilerini kesmişti. Gözlerin Arap dünyasının en büyük petrol üreticisi durumundaki Suudi Arabistan’ın üzerine çevrildiği bir sırada, Riyad yönetimi krizde Arap kararlarına destek verdiklerini ve İsrail’e yardım eden herkese petrol akışını keseceğini söylediyse de uygulama alanına aktarmamıştı.

İlerleyen dönemde ortak politika belirleme konusunda daha iyi bir sınav veren Arap liderleri Sudan’ın başkenti Hartum’da bir araya gelmişti. Abdünnasır’ın, zirve sırasında İsrail’e karşı savaşma, silahlı kuvvetleri yeniden kurma gibi hararetli söylemine Suudi Kralı Faysal’ın öncü olmasıyla diğer Arap petrol devleri de destek vermiştir. Bu birlikte alınan kararlar “Üç Hayır” olarak adlandırılan politikaların gelişmesini sağlamıştır. Bu politikalar; İsrail’in tanınmasına hayır, İsrail ile barışa hayır ve İsrail ile doğrudan müzakerelere hayırdır.

Yukarıdakinden daha somut bir işbirliği 1973 Arap-İsrail Savaşı’nda gerçekleşmiştir. Başta Filistin olmak üzere işgal altındaki Arap topraklarını kurtarmak üzere Mısır ve Suriye’nin ortaklaşa giriştiği bu savaş sırasında toplanan petrol üreten Arap ülkeleri, Petrol İhraç Eden Arap Ülkeleri Örgütü (OAPEC) adıyla yeni bir örgütlenme kararı almıştı. Bir sonraki gün OAPEC, Amerika’nın savaşa İsrail lehinde müdahil olmasına ve İsrail’i destekleyen ülkelere karşı tepki olarak Kanada, Japonya, Hollanda, Birleşik Krallık ve ABD’ye karşı katı bir petrol ambargosu uygulama kararı almıştır.

17 Ekim 1973’te OAPEC, İsrail’in işgal ettiği topraklardan çekilinceye ve Filistinlilerin hakları iade edilinceye kadar petrol üretiminde azalmaya gitme niyetinde olduklarını açıklamıştır.1 Aynı gün petrol üretimini her ay %5 oranında azaltma konusunda anlaşmaya varılmıştır. ABD Başkanı Nixon, OAPEC’in bu adımına kongreden İsrail’e 2.2 milyar dolarlık yardım talebiyle karşılık vermiştir. OAPEC bu adıma cevap vermekte gecikmemiş ve 20 Ekim’de İsrail’e silah ihraç eden ve destek sağlayan ülkelere yönelik petrol ambargosu uygulama kararı almıştır.

Esasen Riyad yönetimi uzun süre petrol ambargosu girişimine öncülük etmekten uzak durmuş, FKÖ ve Irak’ın baskılarına Kuveyt’in de eklenmesine rağmen Suudiler, petrol kesintisinde net bir tavır almaktan kaçınmıştı. Ancak ABD’nin İsrail’e yönelik açık yardımları, hava ikmali ve savaşın seyrindeki değişim göstergeleri sonrası ambargo kararına net şekilde katılım göstermiştir. 17 Ekim toplantısının ardından Suudi Arabistan daha da ileri giderek petrol üretimini %10 azalttığını ve ABD’ye petrol sevkiyatını tamamen durdurduğunu duyurmuştur.2

Yine 17 Ekim’de OAPEC toplantısında Arap ülkelerinin çoğunluğu üretim kesintilerine ve ambargoya destek vermiştir. Yaşanan bu gelişmeler, petrol endüstrisini artık uluslararası şirketlerin değil ülkelerin kontrol ettiğini göstermiştir. 20-22 Ekim’de OPEC, İsrail’i kınamayı inatla reddeden Hollanda’ya ve İsrail’in yanında gönüllü olarak yer alan Almanya’ya ambargonun uzatılmasını içeren Suudi kararına katılmıştır. Faysal her ne kadar keskin şekilde petrol fiyatlarının artması nedeniyle dünya ekonomisine zarar vermek istemese de aldığı karar yaşanan petrol sıkıntısının da etkisiyle petrol fiyatlarının keskin şekilde artması için uygun koşulları oluşturmuştur.3 Daha önceki deneyimler petrol ambargosu girişimlerini sonuçsuz kılmış, İran ambargoya katılmamış ve Arap ülkeleri tam anlamıyla bir bütünlük sağlayamamış olsa da bu kez Suudilerin başını çektiği ambargo dünya çapında bir etki oluşturmuştur.

Tüm aksaklıklarına rağmen tarihteki bu iki örnek, bölge ülkelerinin uzun yıllardır denenen girişimlerin ardından etkili bir petrol ambargosu uygulayabildiğini göstermiştir. Ayrıca dünyadaki siyasi dengeler, Filistin’de yaşanan gelişmeleri de doğrudan etkileme ve gidişatı değiştirme potansiyeline sahip bulunmaktadır. Örneğin o günkü şartlarda birbirine odaklanan ABD ve Sovyetler gibi bugün de ABD, Rusya ve hemen ardından Çin’e denklemi, Filistin konusunda alınan uluslararası kararlar üzerinde belirleyici olmaktadır. Her ne kadar ABD, İsrail yanında tavır alsa da hem Arap ülkelerini ziyaretlerinde beklediğini bulamamış hem de BM’de yapılan oylamalarda ABD’nin yalnızlaştığı görülmüştür.

O günün şartlarında yaşanan petrol silahı, Filistin yanlısı ülkelerde bugün İsrail ve İsrail’e destek veren şirket ve firmaları boykota dönüşmüş ve bu devletlerin milli ekonomi konusunda reaksiyon geliştirme süreci ivme kazanmıştır. Bugün de kararlı olunması halinde, petrol olmasa bile, farklı ekonomik, siyasi, jeopolitik ve askeri argümanların hala kullanılabilir bir seçenek olduğu söylenebilir. Örneğin Türkiye, İsrail’e karşı somut eylem planı olan ve Filistin’i açıkça destekleyen bir “Müslüman Devletler Deklarasyonu” ile çok farklı baskı mekanizmalarını ortaya çıkarabilir.

Irak’ın Kalkınma Yolu Projesi: Riskler ve Avantajlar

$
0
0

Son 30 yıldır savaşlar ve terör örgütleri yüzünden otoritenin kaybolduğu Irak’ta ekonomi de menfi şartlardan dramatik bir biçimde etkilenmiş durumda. Öyle ki uzun bir süre ana gelir kaynağı olan petrolün bile çıkarılması ve satılması sorun olmuştu. Diğer yandan ekonominin tek kaynağının sadece petrol gelirleri olması da ülkenin geleceği açısından sorun teşkil ediyor. Bu anlamda Irak hükümeti 2010 yılından bu yana ekonomiyi kalkındırmak için çeşitli projeleri hayata sokmaya çalışıyor.

Bunlardan ilki Basra körfezinde inşaatı devam eden El Faw limanı olup ilk geminin 2025 yılında yanaşması bekleniyor. An itibariyle üç aşamada bitirilmesi planlanan limanın ikinci aşaması tamamlanmak üzere ve sadece bu aşama için 2,7 milyar dolarlık bir bütçe ayrılmış durumda. Üçüncü aşamada limanın kapasitesinin daha da büyütülmesi öngörülmektedir. Liman bittiğinde Süveyş Kanalına alternatif olması ve gelen yüklerin Avrupa’ya 20-25 gün daha erken ulaşması hedeflenmektedir.

Ancak bunun için Irak’ı boydan boya geçip Türkiye’ye ulaşacak modern karayolları ve demiryollarının tamamlayıcı birer unsur olarak inşa edilmesi gerekiyor. Irak bu amaçla Türkiye ile Kalkınma Yolu adını verdiği ikinci proje için de çalışmaları sürdürüyor. Geçtiğimiz 21 Mart’ta Türkiye’yi ziyaret eden Irak Başbakanı Muhammed Şia El Sudani, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile yaptığı görüşmeden sonra Türkiye ile proje konusunda anlaştıklarını ve çalışmalara başladıklarını beyan etmişti. O günden beri iki ülkenin ulaştırma bakanlıkları proje üzerinde teknik çalışmalar yapıyorlar.

Kalkınma Yolu, gerçekleşmesi halinde gerçekten de savaş ve terör yorgunu Irak’ın ekonomik kaynaklarını çeşitlendirmesi ve ek gelir elde etmesi bağlamında önemli bir proje olacak. 17 Milyar dolara mal olması beklenen rotada otoyollarının yanı sıra demiryolu hatları ve petrol boru hatları da olacak. 2029 yılına kadar faaliyete geçmesi beklenen projenin sadece Irak’a yıllık getirisinin 4 milyar dolar olması bekleniyor. Ulaşımın sanayi üzerindeki etkisi düşünüldüğünde, muhakkak ki üretime ve ihracata da katkı sunup sanayileşmenin önünü de açacağı öngörülebilir. Dolayısıyla Kalkınma Yolu’nun uzun vadede ekonomik katkısının çok daha fazla olacağı söylenebilir.

Yol ayrıca Çin’in Kuşak ve Yol projesi ile Hindistan-Ortadoğu-Avrupa Ekonomik Koridorunun tamamlayıcısı veya alternatifi olmaya namzettir. Batının Çin ile rekabeti Kuşak ve Yol projesinin gerçekleşme ihtimalini düşürmüş durumda. Dahası ABD bizzat projeye dahil olan ülkelerin bir kısmını ikna ederek vazgeçirmeyi başarabildi. Ayrıca rota üzerinde başta Rusya-Ukrayna savaşı olmak üzere çıkan çatışmalar projenin uygulanabilirliği ve faydaları hakkındaki şüpheleri artırıyor. Bu nedenle yeni bir manevra ile Çin hükümetinin Kalkınma Yolu projesini Kuşak ve Yol projesinin fiili bir parçası yapma ihtimali devam etmektedir.

Aynı şekilde Hindistan-Ortadoğu-Avrupa Ekonomik Koridoru, Amerika’nın Kuşak ve Yol projesine alternatif olarak sunduğu zoraki bir proje olması hasebiyle uygulanması zor görünmektedir. Kaldı ki deniz ve kara üzerinde çok sayıda indi-bindi noktasının olması taşımacılık bağlamında ekonomik ve pratik olmayacaktır. Bu yüzden projenin ölü doğması muhtemeldir.

Kalkınma Yolu ise bölge ülkeleri olan Türkiye, Katar ve BAE tarafından destek bulmakta ve söz konusu ülkeler yatırım yapmayı taahhüt etmektedirler. Körfez ülkeleri projeyi Avrupa’ya ulaşmanın en kısa yolu olarak görürken, Türkiye projenin bir parçası olması nedeniyle destek vermektedir ve diğer rotalara soğuk baktığını açıkça beyan etmektedir. Her şeyden önemlisi, Kalkınma Yolu bölgesel bir projedir ve Çin ile Hindistan gibi ülkelerin önerdiği ve genel olarak bu ülkelere fayda sağlayacak girişimlerden farklı olarak bölge ülkelerini kalkındırmayı öncelemektedir. Başka bir deyişle, Kalkınma Yolu Irak’ın, Türkiye’nin, Kuveyt’in, Bahreyn’in Katar’ın, BAE’nin ve Suudi Arabistan’ındır denilebilir. Çünkü entegre ticaret sistemi sayesinde mezkûr ülkelerin dış ticaretine doğrudan katkısı olacaktır. Dolayısıyla projeye olan destek had safhadadır ve muhtemel bölgesel anlaşmazlıklarda bile söz konusu desteğin devam etme ihtimali yüksektir.

Irak’ın tarihindeki en büyük projeye Türkiye özelinde bakmak gerekirse; Türkiye zaten hali hazırda Irak’ın petrol ihracatına Kerkük-Yumurtalık boru hattıyla aracılık etmektedir. Irak’tan daha fazla petrolün gelmesi ve El Faw limanı aracılığıyla Kalkınma Yolundaki demiryolu ve karayolu üzerinden gelen kargoların Türk topraklarından Avrupa’ya taşınmasının ülkeye önemli ekonomik getirileri olacaktır. Ayrıca Türk toprakları üzerinde Irak’ın inşa etmeye çalıştığı Kalkınma Yolunun bir benzerinin zaten olması Irak’ın projesinin hayata geçişini kolaylaştıracaktır. Şayet Türkiye’nin ulaşım altyapısı kötü olsaydı belki de Kalkınma Yoluna harcanacak paranın iki katı kadar bir maliyetle Şırnak ve Edirne şehirleri arasında da benzer bir yol ağını inşa etmek gerekecekti. Diğer bir deyişle Kalkınma Yolunun Türkiye ayağının hali hazırda mevcut olması proje maliyetlerini düşüren büyük bir avantajdır.

Projenin Türkiye’ye diğer bir faydası da Kalkınma Yolunu ters rota olarak kullanarak Irak, Ürdün, Kuveyt ve Basra körfezinin karşı kıyısındaki ülkelere karayolu ve demiryolu vasıtasıyla ihracatının kolaylaşacak olmasıdır. Türk ihracatçılar her ne kadar Irak’a ihracat yapsalar da güneydeki ülkelere sadece denizyolu ve görece daha pahalı olan havayoluyla ulaşabilmektedirler. Oysaki Kalkınma Yolu ulaşımı kolaylaştırarak Basra körfezine komşu ülkelerle ticareti kolaylaştıracaktır.

Yolun Türk-Irak ilişkilerini de geliştireceği söylenebilir. İki ülke PKK’nın Kuzey Irak’ta konuşlanması nedeniyle sorunlar yaşıyor. Irak bir yandan Türkiye’nin terör operasyonlarına karşı çıkarken diğer yandan terör örgütüyle mücadele edecek kapasiteye sahip değildir. Öte yandan terör örgütünün Kalkınma Yolundaki ticareti baltalama ihtimali yüksektir. Ancak iki ülke arasındaki ulaşım ve ticaretteki iş birliğinin siyasi ve askeri konulara da olumlu yönde yansıması ve bilhassa Bağdat hükümetinin PKK’yla mücadele için motive olacağını söylemek yanlış olmaz.

Ancak yukarıda bahsi geçen faydalarının gerçekleşmesi için bir dizi engelin de ortadan kaldırılması veya pasifize edilmesi gerekiyor. Öncelikle Kalkınma Yolu her ülkeye fayda getirecek bir proje değil. Örneğin “yeni ipek yolu” olarak adlandırılan proje İran’ın Basra körfezi ve Suriye’ye erişimini zorlaştırabilir ve ekonomik çıkarlarına zarar verebilir. İran’ın ne gibi bir zorluk çıkaracağı henüz muallak bir durumdur. Öte yandan Irak’ta çıkarları olan büyük güçlerin projeye nasıl baktıkları önem arz ediyor. Diğer yandan Çin ve Hindistan’ın alternatif projelerinin gerçekleşmesi halinde Kalkınma Yolunun getirisinin azalması muhtemeldir.

Ancak tüm engellerin üzerindeki en büyük engel Irak’taki güvenlik sorunudur. PKK’nın Türkiye’ye olan düşmanlığı, DEAŞ’ın yeniden faaliyete geçme ihtimali, Haşdi Şabi gibi Bağdat’ın kontrol edemediği Şii örgütler yapılacak yolların güvenliği için tehdit oluşturmaktadır. Bu yüzden tehditlerin tamamen veya kısmen bertaraf edilmesi önem arz etmektedir.

Yine de tüm zorluklara rağmen Kalkınma Yolunun faaliyete geçmesi yüksek bir ihtimal olarak görülebilir. Bir kere projenin birçok bölgesel ve uluslararası aktöre faydası zararından daha fazladır. Bir kar-zarar hesabı yapılsa zarar edebilecek bir ülke görünmüyor. Proje jeopolitik olarak da ülkelerin çıkarlarına zarar vermiyor. Dolayısıyla Kalkınma Yolunun dış müdahalenin etkisiyle akamete uğrama ihtimali zayıf görünüyor. Bu durumda ana faktör Irak hükümetinin kararlı bir biçimde projeyi başlatması ve çıkması muhtemel engelleri ortadan kaldırmak için çaba göstermesidir. Büyük projelerin doğal olarak büyük zorlukları olacaktır. Ancak Bağdat’taki hükümet iradesini ortaya koyarsa sadece Kalkınma Yolunu değil Irak’ın geleceğini de inşa edebilecektir.

Netanyahu’nun Holokost Algısını Değiştirme Girişimi ve Filistin Milli Hareketi Lideri Emin El-Hüseyni

$
0
0

Bu çalışma İsrail Başbakanı Benyamin Netanyahu’nun “Hitler rejimi tarafından Yahudilere karşı işlenen ve “Holokost” olarak bilinen sistematik imha siyasetinde, Kudüs Müftüsü Hacı Emin El-Hüseyni’nin merkezi bir rol oynadığı” iddiasını tarihi verilerle değerlendirmeyi amaçlamaktadır. Çalışmada, Nazi Almanyası’nda Yahudilere karşı bir devlet politikası olarak işlenen Holokost cinayetleri ile Emin El-Hüseyni arasında bağlantı olup olmadığı ele alınırken, Nazi iktidarının genel Ortadoğu ve İslam politikası da tartışılacaktır. Emin El-Hüseyni’nin temsil ettiği Filistin ulusal hareketinin çıkarlarını gerçekleştirmek maksadıyla Nazi Almanyası ile yaptığı işbirliğinin hangi düzeyde gerçekleştiği ve gerçekleşmenin bugün İsrail Başbakanı Netanyahu’nun iddiaları ile ne derece örtüştüğü değerlendirilecektir.

İran’ın Kuzey Irak Politikası

$
0
0

İran-Kuzey Irak ilişkileri zaman içinde çeşitli aşamalardan geçmiştir. 1991’den önce İran, Irak Kürtlerinin Irak’taki Baas rejimlerine karşı verdikleri mücadelelere destek verirken, 2003 yılında ABD’nin Irak’ı işgali sonrasında Bağdat’taki merkezi yönetime daha fazla ağırlık vermiştir. İşgal sonrası siyasi kurumların yeniden yapılandırılması sürecinde İran, mezhepçi motivasyonlarla öne çıkmıştır. Irak’ın Şii, Sünni ve Kürt toplulukları arasındaki rekabet, İran’ın Irak Kürt Bölgesel Yönetimi’ne (IKBY) yönelik politikalarında temel itici güçleri haline gelmiştir. Sünni Arapların geleneksel siyasi gücü Amerikan himayesinde giderek gücü kırılınca, iktidar paylaşımında Şii Arapların ve onların müttefiki durumundaki İran’ın önünde en önemli rakip olarak Irak Kürtleri kalmıştır.

Şii ağırlıklı Irak devleti isteğini gizlemeyen İran’ın, bölgesel ve uluslararası siyasi çekişmelerde hemen yanı başında bir dost ülke görmek isteyeceğine kuşku yoktur. ABD’nin 2020 başlarında önde gelen İranlı komutan Kasım Süleymani’yi Irak’ta öldürmesinin ardından, Tahran yönetiminin politikaları çok daha karmaşık hale gelmiştir. Bu olayın ardından İran, IKBY’yi ABD’ye karşı yürüttüğü yıpratmak savaşında bir cephe olarak görmekte ve Körfez ülkeleri, Türkiye ve İsrail gibi bölgesel rakiplerine karşı denge unsuru olarak kullanmak istemektedirler.

Geçmişten Günümüze Tahran-Erbil İlişkileri

İran’ın Kuzey Irak’taki yapılanmaya bakış açısı öteden beri merkezi Bağdat hükümeti ile ilişkiler çerçevesinde şekillenmiştir. Bu anlamda Şattu’l-Arap ve Huzistan konuları, İran ve Irak ilişkilerini etkileyen başlıca sorun alanlarını oluşturmuştur.

Modern dönemin başlarında; Irak yönetimi, İran’ın Huzistan bölgesinde 1920’de Şeyh Hazel liderliğinde kurulan “Arabistan Devleti”ni desteklemişken, İran ise 1923’e kadar Irak yönetimine karşı süren Mahmut Berzenci liderliğindeki Kürt ayaklanmasına destek vermişti. İkinci Dünya Savaşı koşullarının da etkisiyle 1940-1957 yılları arası görece istikrarlı seyreden İran-Irak ilişkileri, 1958’den sonra gerilmeye başlamıştır. 14 Temmuz 1958 askeri darbesiyle Kral 2.Faysal tahtan indirilirken; Irak’ta Cumhuriyet ilan edilmiş ve General Kasım liderliğindeki yeni yönetimin Arap milliyetçiliğine sarılması bir yanda İran’dan toprak taleplerini gündeme getirirken öte yanda Irak Kürtleriyle gerilimi tırmandırmıştı. Yeni rejimin politikalarından rahatsız olan İran ile Irak Kürtleri, bu tarihte yeniden yakınlaşmaya başlamış ve böylece uzun sürecek bir ittifak dönemine girilmiştir.

Soğuk Savaş’ın o tarihten sonraki yıllarında Irak, Sovyetler Birliği’nin (SSCB) yanında yer alırken, İran ise ABD ile müttefik olmuştu. 1960’lı yılların başından itibaren Kürtler ve Bağdat yönetimi arasındaki çatışma sürecinde İran, Sovyet yanlısı Irak rejimine karşı Kürtlerin ayaklanmasına ABD adına destek vermiştir. Bu bir anlamda Kürtlerin ABD’ye yakınlaşma sürecini de hızlandırmıştır.

17 Temmuz Devrimi olarak da adlandırılan 1968 darbesi sonrasında Baas Partisi’nin, 2003 ABD işgaline kadar devam edecek olan iktidarı başlamıştır. Baas rejimi Kürt ayaklanmalarını tamamen bitirmek üzere 1969’da geniş çaplı bir operasyon düzenlendiyse de ABD ve İran’ın desteğini alan Kürtler, bunu çok büyük bir kayıp olmadan atlatmış hatta 11 Mart 1970’de merkezi Irak hükümeti ile masaya oturarak geniş siyasi, kültürel ve ekonomik haklar elde etmiştir.

1970’li yılların ortalarına gelindiğinde İran-Irak ilişkilerinde belirgin bir değişimin işaretleri gelmeye başladı. İran’ın Kürtlere yönelik desteğini kesmek isteyen Saddam Hüseyin yönetimi, bunun karşılığında Şattüarap meselesinde İran lehine olabilecek bir anlaşma teklif etti. 1975 yılındaki Cezayir anlaşmasıyla birlikte İran, Kürtlere verdiği desteği sonlandırırken; daha düne kadar müttefiki olan Barzani’ye bağlı birçok gücün Irak tarafından yok edilmesine göz yummuştur.

1979 İslam Devrimi’yle birlikte İran, Irak’a karşı açıktan tehdit haline gelince, Saddam Hüseyin yönetimi Cezayir Anlaşmasından tek taraflı olarak çekilmiş ve 8 yıl sürecek olan İran-Irak savaşı başlamış oldu. Tahran yönetimi 1980’de başlayan savaştan kısa bir süre sonra Kuzey Irak Kürt grupları ile yeniden diyalog sürecine girdi. Kürt gruplara yönelik İran desteği öyle ileri boyutlara geldi ki, merkezi Irak rejimine karşı ortak operasyon yapacak düzeye çıkmıştı. Bu süreçte Celal Talabani liderliğindeki Kürdistan Yurtseverler Birliği (KYB) ve Mesut Barzani liderliğindeki Kürdistan Demokratik Partisi (KDP) gibi önde gelen Kürt partileri İran’da ofis açmıştır.

İran ve IKBY arasında olumlu seyreden ilişkiler 1991 yılındaki Körfez Savaşı sürecinde yeniden ciddi bir kırılma yaşamıştır. Bu süreçte Saddam Hüseyin rejimini zayıflatmaya çalışan ABD, Kuzey Irak’taki partilerle yakınlaşmaya başlamış ve bölgeyi uçuşa yasak alan ilan ederek, koruma altına almıştır. Washington ve Erbil yönetiminin yakınlaşan ilişkileri, doğal olarak, İran tarafında büyük bir rahatsızlık yaratmıştır. 1990’lı yıllar boyunca, İran ile ilişkiler konusunda Kürt gruplar arasında ayrışmalar başlamış ve rakip KDP ve KYB ciddi bir çatışma sürecine girmiştir. Bu çatışmalar Amerikan yönetiminin araya girmesiyle sonlandırılmış olsa da, gruplar arası husumet ve İran faktörünün izleri bir süre daha sürmüştür.

2003’te, ABD’nin Irak’ı işgal etmesi ve Saddam Hüseyin’in devrilmesinden sonra İran ile Kürtler arasındaki “ortak düşmana karşı iş birliği” stratejisi tamamen çöktü. İran’ın Bağdat’ı zayıflatmak için Kürtlere ihtiyacı kalmadığı gibi, tersine Bağdat’ta Şii ağırlıklı ve İran’a dost bir yönetimin kurulması, bu kez İran ile Kürtler arasındaki ilişkilerin gerilmesine neden oldu. Bu dönem İran-ABD gerginliğinde de taraf olmak istemeyen Kürtler 2003 yılındaki işgalden sonra Irak’ta ortaya çıkan yeni siyasi yapı içinde kendilerine güçlü bir yer elde etmeye çalışmıştır. İşgalin ilk dönemlerinde adeta Tahran-Bağdat ittifakı gücünü artırırken, ABD desteğindeki Kürtlere karşı bir cephe ortaya çıkmıştır.  2010 yılında Arap Baharı ile birlikte Ortadoğu’da etkinliğini artıran İran’ın Irak merkezi siyasetindeki olağandışı etkisi Bölgesel Kürt Yönetimi’ni oldukça rahatsız etmiştir.

İran’a karşı dengeleyici güç arayışındaki Barzani Aralık 2015’de Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri’ni ziyaret etmişti. 2016 yılının sonlarına doğru KDP’nin İran’da yeniden silahlı eylemlere başlamasının ardından İranlı yetkililer, Riyad ve Erbil’i suçlayan açıklamalar yapmış ve iki taraf arasındaki ilişkiler daha da gerilmiştir.

Bağımsızlık Referandumundan Bugüne

Barzani yönetiminin 2017’de birçok ülkenin karşı çıkmasına rağmen gerçekleştirmiş olduğu bağımsızlık referandumu, İran’ın Kuzey Irak politikasının yeniden tasarlanması konusunda önemli bir dönüm noktası olmuştur.

İran, bu kararı IŞİD’in tüm Irak’ı kontrol alma sürecinde yaşadığı güvenlik krizine benzer yeni bir güvenlik riski olarak görmüştür. İranlı aktörler, ABD ve İsrail’in bölgeyi istikrarsızlaştırmak adına IŞİD sonrası ikinci bir komplo olarak gördükleri bağımsızlık referandumunu önlemek gerektiğini ifade etmişlerdir (Sinkaya, 2017: 20).

Ancak İran’ın sert açıklamaları ve IKBY yetkilileriyle görüşmeler yaparak karardan dönülmesi çabalarına ilave olarak Goran Hareketi gibi IKBY’ye muhalif kesimleri destekleyerek, Barzani yönetimini izole etmeye çalışmıştır. İran, Türkiye ve Irak merkezi hükümeti gibi referanduma karşı sert tepki gösteren diğer ülkelerle ortak bir duruş benimsemek için temaslarını sıklaştırmıştır. IKBY’nin kararından vazgeçmemesi üzerine İran, Erbil ile sınır kapılarını kapatmış, Kuzey Irak’a yönelik uçuşları durdurma kararı almış ve iki taraf arasındaki tüm güvenlik anlaşmalarını iptal etmekle tehdit etmiştir.

Tüm bu sert söyleme rağmen İran yönetimi, Ankara ve Bağdat ile koordinasyon içinde hareket ederek, bölgedeki durumu istikrara kavuşturmanın daha iyi bir karar olacağını görmüş ve sadece hava sahasını kapatmakla yetinmiştir. Bununla birlikte, İran, Türkiye ve Bağdat merkezi hükümetiyle birlikte ortak askeri tatbikatları destekleyeceğini açıklayıp sınırlarını her türlü tehlikeden muhafaza edeceğini bildirmiştir. Süreç yönetiminde İran, IKBY ile ilişkilerini tamamen koparmamış, düşük düzeyde olsa da diplomatik görüşmelere devam edip; Irak merkezi hükümeti ile bölgesel yönetim arasında arabuluculuk yapmaya çalışmıştır.

Dışişleri Bakanı Cevad Zarif’in, krizin sıcaklığını koruduğu dönemde IKBY lideri Mesud Barzani ile aynı karede yer alması, referandum sonrası İran’ın IKBY’ye yönelik politikasında bir yumuşama olarak değerlendirilmişti. Ancak, bu olumlu atmosferin devam etmesi ve karşılıklı adımların atılması beklentilerine rağmen, İran’ın IKBY’ye yönelik tutumunda herhangi bir değişiklik olmamıştır. İranlı yetkililer, ortak askeri tatbikat kararı almanın yanı sıra sınır güvenliğini artırmak ve sınır noktalarına Irak merkezi yönetim askerlerinin konuşlandırılmasını teşvik etmek gibi adımlar atmıştır.

Mesut Barzani’nin Kerkük ziyareti, IKBY’nin bağımsızlık referandumu konusundaki tutumunda bir değişiklik olmadığını, hatta bu durumun İran ve Türkiye’ye karşı bir meydan okuma olarak yorumlandığını gösterdi. Barzani’nin Kerkük’te askeri gücünü artırması, dikkatleri üzerine çeken bir diğer etken oldu. 4 Ekim’de İran, Türkiye ve Irak merkezi hükümeti liderleri arasında gerçekleşen toplantıda, bu ülkeler IKBY’nin bağımsızlık referandumunu tanımadıklarını ve bu yönde bir geri adım atılması gerektiğini belirterek sert bir tavır sergilediler. Bu görüşmenin ardından İran, Türkiye ve Irak merkezi hükümeti, IKBY’ye karşı alınacak tedbirleri ve yaptırım kararlarını koordine etmek amacıyla ortak bir istişare mekanizması oluşturduklarını açıkladı. Bu adım, üç aktörün referandum sonrasındaki en önemli adım olmuş, daha etkili önlemler arasında yumuşak yaptırımların ötesine geçen ağır yaptırımlar ve askeri müdahale gibi kararlar geleceği beklentisine yol açmıştır.

Dönemin İran Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani, bakanlar kurulu toplantısında yaptığı konuşmada, İran’ın komşu ülkeler Irak, Suriye ve Türkiye’deki Kürtleri sevdiğini ve onlara baskı uygulamak istemediğini, ancak bu durumu ortaya çıkaran yetkililerin bedel ödemek zorunda kalacağını ifade etmiştir. 15 Ekim’de Irak Merkezi Hükümeti’nin talebi üzerine, İran, IKBY ile olan sınır kapılarını tamamen kapatmıştır. Tahran yönetimi, aynı zamanda Bağdat’ı Irak Kürt Bölgesel Yönetimi (IKBY) üzerinde siyasi, ekonomik ve askeri baskısını artırması konusunda teşvik etmiş ve atılacak adımları destekleyeceğini ifade etmiştir.

Sonuç olarak, Irak ordusu ve Haşdi Şaabi güçleri, 16 Ekim 2017’de Kerkük dahil olmak üzere Peşmerge güçlerinin kontrolünde olan ve Irak anayasasının 140. maddesine göre statüleri tartışmalı olan bölgelere kapsamlı bir askeri operasyon düzenlemiştir. Bu operasyonun hızlı bir başarı elde etmesinin arkasında İran desteğinin yanı sıra KYB etkisi olduğuna inanılmaktadır.

Irak’ta etkili bir askeri danışman olarak görev yapan Kasım Süleymani, operasyon öncesinde IKBY’yi ziyaret etmiş ve bir dizi görüşme gerçekleştirmişti. General Süleymani, özellikle Kerkük konusunu ve referandum sonrası gelişmeleri değerlendirmek üzere bölgeye yaptığı ziyaretlerle dikkat çekmiştir. Son olarak, Kürdistan Yurtseverler Birliği’ne mensup ve Kürt kökenli eski Irak Cumhurbaşkanı Celal Talabani’nin mezarını ziyaret etmek amacıyla bölgeye giderek KYB’li yetkililerle bir araya gelmiştir. Kasım Süleymani’nin ziyaretinden sonra başlayan operasyon, KYB’ye bağlı Peşmergelerin mevzilerini terk edip yerlerini Irak ordusu ve İran yanlısı Haşdi Şaabi güçlerine bırakmasıyla dikkat çekmişti.

Operasyonun ardından İran’ın lideri Ayetullah Hamaney’in ofisinden yapılan açıklamada, ABD ve İsrail’in IKBY’de “ikinci bir İsrail” kurma planının, Hamaney’in talimatları ve Kasım Süleymani’nin çabaları sayesinde engellendiği ve Kerkük’ün kurtarıldığı belirtilmiştir. İran’ın teşvik ve destekleriyle Irak ordusunun kontrolü sağlaması, IKBY’nin psikolojik olarak çöküntü yaşamasına neden oldu ve Peşmerge güçleri 2003 yılındaki sınırlarına geri çekilmek zorunda kaldı. Bu operasyon, İran’ın bölgedeki etkisini artırmasına ve göreli bir kazanç elde etmesine yol açtıysa da, IKBY’de asıl hayal kırıklığı oluşturan unsur, batılı güçlerden umduğu desteği alamaması olmuştur.

Referandum hamlesinden umduğunu bulamayan Mesud Barzani’nin görevi bırakmasının ardından İran, Neçirvan Barzani’nin göreve gelmesini memnuniyetle karşılamış ve kapalı sınır kapılarını yeniden açarak hızla normalleşme sürecini başlatmıştır. Neçirvan Barzani, göreve geldikten sonra Avrupa ülkeleri başta olmak üzere kendisine uygulanan ambargoların kaldırılması için yoğun bir çaba içine girmiş ve bu çerçevede Irak, İran ve Türkiye ile yeni bir diyalog süreci başlatmıştır. Bu normalleşme sürecini değerlendiren İran ve Erbil yönetimleri, sınır ticareti kapasitesini artırmak amacıyla sınır kapılarının sayısını artırmak için çalışmalar başlatmıştır. IKBY’nin verilerine göre, İran, Türkiye’den sonra en büyük ticaret ortağı olması nedeniyle sınır kapısı sayısını artırarak ticaret hacmini genişletmeyi planlamaktadır.

İran’ın jeopolitik öncelikleri içinde Kuzey Irak bölgesiyle arasındaki ekonomik ilişkiler önemli bir unsur olarak öne çıkmaktadır. Tahran-Erbil ekonomik ilişkileri 2000-2015 yılları arasında çeşitli dinamiklere tabi olarak önemli oranda dönüşüm geçirmiştir. 2003 yılında ABD’nin Irak işgali, DEAŞ işgali ve bağımsızlık referandumu gibi olaylar ekonomik ilişkileri derinden etkilemiştir. Tüm bu üç unsur, ikili ekonomik ilişkileri neredeyse bitme noktasına getirmiş olsa da, Barzani’nin istifası ve 2018 yılında ekonomik iş birliği ortak komisyonunun kurulması yeni bir ivme sağlamıştır.

Covid sürecinde pandemi kısıtlamalarından dolayı planlanan hedeflere ulaşmakta zorluk çeken İran ve IKBY, 2023 yılında yeni adımlar atarak ticaret hacmini artırmayı hedeflemektedir. Ticari ilişkilerin gelişmesi için IKBY 4 kara sınır kapısında ticaret ofisi kurmayı planlamaktadır. Hâlihazırda IKBY ile İran arasında 7 sınır kapısı bulunmaktadır. Bunlardan 3’ü resmi, 4’ü ise gayrı resmi durumdadır. Kapılardan elde edilen gelirin yıllık yaklaşık 4 milyar dolar olduğu resmi makamlarca ifade edilmektedir. Dünya bankası verilerine göre İran-IKBY arasında ki ticaret hacmi 2000 yılında yaklaşık 100 milyon dolar iken; 2014 yılında 4 milyar dolar civarına ve 2019 yılında ise rekor seviyeye çıkarak 6 milyar dolar hacmine ulaşmıştır.

***

İran oldukça önemli bir politik etkiye sahip olduğu Irak Kürt Bölgesi üzerinde hakimiyet sağlamak için diplomatik ilişkilere önem vermektedir. Bağımsızlık referandumu sürecinde dahi ilişkileri tamamen koparmayan Tahran, buna rağmen bölge üzerinde istediği hâkimiyeti sağlayamamıştır. Bunda, Kürt nüfusunun ekseriyetle Sünni olması ve bölgede bu yönde bir hassasiyetin bulunması, İran’ın elini zorlaştıran önemli bir unsurdur.

Bunun devamı olarak güncel jeopolitik koşullar, bölgenin DAEŞ’le mücadeledeki önemi, sahip olduğu doğal kaynaklar göz önüne alındığında, İran’ın bölgeye yönelik stratejisinin, dönemsel değişimler bağlamında esnek bir yapıya sahip olduğu söylenebilir. Türkiye ile ilişkileri ve Arap devletlerinin bölgeye yönelik potansiyel destekleri, Sünni Kürtlerin İran’ın desteği olmaksızın var olabileceğini göstermiştir. Bu nedenle, İran, son yıllarda bölgeyi tümüyle nüfuz alanı haline getirme hedefinden ziyade bölgeyle dostane bir ilişki arayışında bulunmuş ve ekonomik etkileşimi artırmayı hedeflemiştir.

İran için bölgenin stratejik hale gelmesinde, Irak’taki Amerikan varlığının büyük oranda bu bölgeye yığılmış olmasıyla ilgilidir. Dolayısıyla olası anti-İran faaliyetlerine zemin olabilecek bir Kürdistan bölgesi çıkarlarına uymayacağı için, Tahran yönetimi bugün Kürt bölgesinin mümkün olduğunca Bağdat yönetimine bağlı hale gelmesini kendi çıkarlarına uygun görmektedir.


Mevcut Uluslararası Sistemin Varoluş Krizi: Eylemsizlik

$
0
0

Mevcut uluslararası sistem, İkinci Dünya Savaşı sürecinde Holokost başta olmak üzere Hiroşima-Nagazaki, Dresden, Cezayir ve Endonezya’da yaşanan geniş çaplı katliamlar ve yıkım sürecinin ardından başlamıştı. İki kutuplu Soğuk Savaş dönemi, Batı’nın ilkeler ve normlar temelinde inşa ederek güç-çıkar merkezli yönetmek istediği bir sistem olarak şekillenmiştir. Bu sistem, iki kutuplu dünyada merkezdeki aktörler için kendi içinde bazı dengeli ve adil süreçler doğurmakla birlikte, hem düzenin sahipleri hem de iki kutup dışında yer alan çevredeki (öteki) aktörler için büyük bir kriz dönemi olmuştur.

Bu kriz döneminde mevcut uluslararası sistem; Filistin, Kamboçya, Laos, Kıbrıs, Vietnam, Arjantin, El Salvador, Bosna Hersek, Hocalı, Ruanda, Afganistan, Sudan, Darfur, Doğu Türkistan ve Myanmar bölgelerinde yaşanan katliam ve soykırımlara[i] engel ol(a)mamıştır. İçinde bulunduğumuz şu günlerde bu kriz süreci her geçen gün derinleşiyor. Özellikle Gazze’de İsrail’in savunmasız sivillere yönelik katliamları bu kriz döneminin artık ne şekilde olursa olsun bir son bulması gerektiğini gösteriyor.

Eyleme Geçmek İçin Diplomasi

Son aylarda İsrail’in uzun yıllardır Filistin’de sürdürdüğü işgali ve katliamları durdurması için dünya çapında gösteriler düzenlenmiştir. BM Genel Kurulu’nda düzenlenen Filistin konulu 10. Acil Oturumunda “Acil İnsani Ateşkes” talebi içeren karar tasarısı oylanmış 153 ülkenin ateşkesin sağlanması[ii] yönündeki oylarına rağmen BM, İsrail’e karşı somut ve etkili bir tedbir alamamış ve bölgede yaşanan insanlık dramını durduramamıştır. Böylece dünyanın çoğunluğunu oluşturan 193 ülkenin üye olduğu BM’de 153 ülkenin ortak kararı somut bir eyleme dönüşememiştir. Ayrıca 20 Şubat 2024 tarihinde BM Güvenlik Konseyi’nde İsrail’i durdurmaya yönelik Gazze’de acilen ateşkes talep eden, sivillere yönelik her türlü saldırıyı kınayan ve zorla yerinden edilmeye karşı çıkan karar tasarısı oylanmış ancak karar tasarısı ABD’nin vetosuna takılmıştır.[iii] Benzer şekilde İslam İşbirliği Teşkilatı (İİT), Filistin konulu toplantılar düzenlemiş ancak bölgede istikrar ve barışı temin edecek kayda değer bir aksiyon alamamıştır. 29 Şubat 2024 tarihinde Avrupa Parlamentosu ilk kez, İsrail’in saldırılarını sürdürdüğü Gazze’de acil ve kalıcı ateşkes çağrısında bulunmuştur.[iv]

Bu örneklerde açıkça görüldüğü gibi İsrail’in Filistin’deki insanlık dışı uygulamaları ve katliamlarını durdurarak bölgede barış ve istikrarı temin etmeye yönelik Birleşmiş Milletler başta olmak üzere uluslararası teşkilatların çatısı altında pek çok kez girişim yapılmış ancak bu girişimlerden somut ve etkili bir sonuç çıkarılamamıştır. BM ve diğer uluslararası örgütler, defalarca toplantılar ve oylamalar yapmalarına rağmen İsrail’in savaş suçlarına, katliamlarına ve hukuk tanımazlığına karşı eylemsiz kalmıştır.

Bu bağlamda bugün uluslararası sistemin eylemsizliği, dünyanın en önemli sorunu haline gelmiştir. Bu eylemsizliği aşmaya yönelik olmayan her diplomasi faaliyeti, artık etkililiğini ve inandırıcılığını kaybetmiştir. Elbette bu eylemsizliği de aşmak için diplomasi başlıca yoldur ancak amaca gitmeyen her aracın yeterli ve gerekli faydayı üretmediği gibi eylemsizliği aşmaya odaklanmayan her diplomasi faaliyeti de yetersizdir. Bu bakımdan her masada ve her zeminde artık tespit yapmanın ötesine geçilmeli ve bu eylemsizlik krizini aşmaya yönelik adımlara odaklanılmalıdır.

Uluslararası sistemdeki eylemsizlik krizi karşısında Türkiye başta olmak üzere bazı ülkelerin tepki gösterdiği ve bu eylemsizliği aşmaya çalıştığı görülmektedir. Garantörlük çalışmaları buna önemli bir örnektir. Ancak bu gayretler de mevcut sistemin sınırları içerisine hapsolmuştur. Böylesine büyük kriz dönemleri, fikir ve pratik çevresini sınırlayan dikenli telleri aşmayı gerekli kılmaktadır. Aksi takdirde senelerce BM’de reform çalışmaları sürerken insanlık telafi etmesi zor kayıplarla karşı karşıya kalacaktır.

Bu anlamda Filistin’deki İsrail katliamlarına karşı eylemsizliği aşmaya yönelik çabalar, BM çatısı dışında yeni inisiyatiflerde de aranmalıdır. Benzer şekilde İİT hızlı, etkin, makul ve somut eylem kararları alamıyorsa (ki öyle görünüyor) Türkiye İİT’yi karşısına almadan Filistin konusunda somut eylem arayan ülkeleri bir araya getirmelidir. Burada mesele, Filistin’de yaşanan insanlık dramını sona erdirmektir. Dünyada milletler nezdinde güçlenen beklentiler yavaş yavaş hükümetler düzeyine yansımaktadır. Bu yansıma süreci daha hızlı, etkin ve koordine hale getirilebilir. Türkiye öncelikle insani bir sorumluluk olarak ardından da milli çıkarları gereği bu süreci koordine etmek ve yönetmek durumundadır. Türkiye’nin dini, tarihi ve coğrafi şartları da bu süreci desteklemektedir.

Bugün Değilse Ne Zaman

Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, geçtiğimiz günlerde Filistinli grupları bir araya getirmek istemiştir.[v] Putin’in dünyadaki İsrail ve Amerikan karşıtı yükselen seslerin bir sonuç üretmeye yöneldiğini görmesi bu girişimin temel gerekçelerinden biri olarak gösterilebilir. Elbette Putin mevcut duruma jeopolitik dengeler açısından da müdahil olmak istemektedir. Diğer taraftan bu noktada başka bir örnek de ABD Başkanı Joe Biden’ın Gazze’ye havadan yardım yapılacağına ilişkin açıklamasıdır.[vi] İsrail’in insan haklarını sınır ve hukuk tanımadan çiğnemesinin en büyük destekçisi ABD, dünyadan kendisine karşı yükselen tepkileri havadan yardım atma gibi sorunu çözmeyen ama üzerindeki baskıları hafifletme potansiyeli olan algı operasyonları ile yönetmeye çalışmaktadır.

Türkiye’nin Aksa Tufanı sonrası tutumu genel olarak çok doğru şekillenmiştir. Mısır’da yürütülen diplomatik temaslar, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Hamas tanımlanası ve İİT’de daha etkili kararlar alınmasına yönelik çalışmalar, bölge ülkeleri ve ABD ile yürütülen diplomasi faaliyetleri ve daha pek çok girişim Filistin ve Gazze için faydalı olmuştur. Diğer taraftan devlet olarak ekonomik faaliyetler konusunda önemli bir duruş sergilense de özel sektör anlamında İsrail ile ekonomik faaliyetler konusunda yeni tedbirlere ihtiyaç olduğu görülmektedir. Ve daha da önemlisi Türkiye şu ana kadar başarılı bir şekilde yürüttüğü kriz yönetiminde artık bir sonraki safhaya geçmelidir. Çünkü bunun için hem sorumluluklar ve zorunluklar ön plana çıkmış hem de reel politik anlamda dünyadan İsrail ve ABD’ye karşı çığ gibi büyüyen tepkiler fırsatlar ve imkânlar zeminini güçlendirmiştir.

Ayrıca Türkiye, dış politikadaki Suriye tecrübesi sonrası Libya, Karabağ ve Ukrayna’da daha etkili ve başarılı politikalar yürütmüştür. Libya ve Karabağ örneklerinde bu hükümet yönetimlerinin destek talebi Türkiye’nin uluslararası zeminde elini güçlendirmiştir. Ukrayna’da tarafların blok siyaseti ve Türkiye’nin denge siyaseti oldukça başarılı sonuçlar doğurmuştur. Evet, Filistin’de bunlardan farklı bir zemin vardır ancak bu zeminde de muhakkak daha iyi bir noktaya ulaşmak mümkündür. Dünyadan Filistin’e desteği tam, İsrail’e tepkisi açık ülkelerin desteği ve Müslüman ülkelerden de benzer özelliklerin yanında Türkiye’yi Filistin konusunda yalnız bırakmayacak ülkelerin desteklerini konsolide etmek, Filistin’de ateşkesin sağlanması ve Türkiye’nin milli çıkarlarını temin etmesi açısından yeni bir pencere açılmasını sağlayacaktır.

Çok Kutuplu Dünyaya Doğru

Soğuk Savaş Sonrası tek kutuplu ABD hegemonyasının kontrolüne giren uluslararası sistem, 2020 yılında pandemi ile başlayan ve o dönemin hemen öncesinde Türkiye-Libya Mutabakatı ve ardından dünyada artan ABD-Çin gerilimi, yakın bölgemizde Karabağ’ın özgürleşmesi süreçleri ve sonrasında ABD’nin Afganistan’dan çıkması, Rusya’nın Ukrayna’yı işgali, Afrika’da Batı Karşıtı yönelimler gibi jeopolitik değişimler sonucunda aşınmıştır. Gazze’de yaşananlar da bu aşınmayı çöküşe götürecek bir yöne doğru ilerlemektedir. Bu tabloda görülen ise tek kutuplu sistemin yerini çok kutuplu bir dünyaya bırakmasıdır. Bu gelişmeler zamanlama bakımından yeni inisiyatifler için oldukça uygun bir zemin teşkil etmiştir.

Sonuç olarak; mevcut gelişmeler, uluslararası sistemin hızlı, adil çözüm üretme ve çoğunluğun kararına uygun adım atmada yetersiz kaldığını göstermiştir. Bu durumda başta İslam ülkeleri, İİT’nin ve tüm dünya ülkeleri de BM’nin bu eylemsizlik sorununa çözüm üretmek durumundadır. Aksi takdirde İsrail’in durmak bilmeyen katliamları tarihin karanlık sayfalarının sayısını artıracak, Filistinliler dünyanın gözü önünde ölüme terk edilecek ve dünya çözümsüzlük girdabından çıkamayacaktır. Bu noktada BM’nin acilen reformu ya da yeni bir milletler topluluğu kurulması tartışmaya açılmak durumundadır. Benzer şekilde İİT yapısını acilen yeniden düzenlemeli ya da yeni bir “Müslüman Devletler Teşkilatı” kurulmalıdır. Bu minvalde dünyadaki milletlerin beklentilerine çözüm üreten, hızlı karar alabilen ve somut adım atabilen bir yapılanma teşkili için çalışılmalıdır.

Filistin’de yaşanan ve derinleşen insanlık krizi yeni arayışların güçlenmesini zorunlu kılmaktadır. Bu arayışlar güçlendiği takdirde hemen hızlı bir sonuç olarak yeni bir milletler topluluğu teşkili oluşmayabilir ancak bu arayışlarla güçlenen atmosfer hem uzun vadeli yeni bir çıkış yolu sunacak hem de kısa ve orta vadeli olarak BM’nin somut karar almasını veya reformunu hızlandıracaktır.

 

                                                          

[i] https://www.konhaber.com/sahifeler/pdf/Bati_ulkelerinin_somurge_ve_soykirim_tarihi2.pdf

[ii] https://www.aa.com.tr/tr/dunya/bm-genel-kurulu-gazzede-acilen-insani-ateskes-istenilen-karar-tasarisini-153-oyla-kabul-etti/3080907#:~:text=BM%20Genel%20Kurulu%2C%20Gazze’de%20acilen%20insani%20ate%C5%9Fkes%20talebinde%20bulunulan,%C3%96zel%20Acil%20Filistin%20oturumunda%20oylanm%C4%B1%C5%9Ft%C4%B1.

[iii] https://www.aa.com.tr/tr/dunya/abd-bir-kez-daha-bmgkde-gazzede-acil-insani-ateskes-talep-eden-karar-tasarisini-veto-etti/3143092

[iv] https://www.aa.com.tr/tr/dunya/avrupa-parlamentosu-gazzede-acil-ve-kalici-ateskes-cagrisi-yapti/3150521

[v] https://www.trthaber.com/haber/dunya/filistinli-gruplarin-temsilcileri-29-subatta-moskovada-bir-araya-gelecek-837802.html

[vi] https://edition.cnn.com/2024/03/01/politics/biden-airdrops-assistance-gaza/index.html

Gazze Savaşında Hizbullah’ın Değişen Taktikleri

$
0
0

“Aksa Tufanı” operasyonu beşinci ayını bitirirken 7 Ekim 2023 tarihi, tahminlerin ötesinde Hamas’ın direnişinin kırılmaması, buna karşılık İsrail’in yenilmezlik mitinin büyük oranda çökmesi ve uluslararası arenada İsrail aleyhine açılan davalar nedeniyle tüm dünya için yeni bir başlangıcın da ilk günü anlamına geldi. Süreç içerisinde Ensarullah gibi Filistin meselesinde eylemsel bazda ortaya çıkan yeni aktörlerin yanı sıra bölgenin temel aktörlerinin savaştaki tutumları da bakış açılarındaki farklılıkları açığa çıkardı. 7 Ekim’den bugüne Hizbullah’ın savaşa girip girmeyeceği, girerse hangi saiklerle Lübnan tarafından cephe açacağına dair sorular yerini, Hizbullah’ın İsrail’le mücadelede çizdiği yol haritalarının detaylarının ne olduğuna bıraktı. Bu noktada da geçen beş ay içerisinde Hizbullah’ın Filistin konusundaki pozisyonu ve yeni konjonktüre göre belirlediği taktikleri tartışılmaya açıldı.

Hasan Nasrallah’ın yeni yol haritaları

2006 yılında İsrail ile Hizbullah arasında yaşanan ve 34 gün süren savaş nedeniyle 7 Ekim’den sonra iki düşmanın kolayca karşı karşıya gelecekleri düşünülüyordu. Bu açıdan kara savaşına her iki tarafın da hazırlık yapıyor olması, İsrail’in kuzeyindeki, Lübnan’ın da güneyindeki sivillerin bölgeleri terk etmeleri üzerine sınırdaki çatışmaların yoğunlaşması bölgesel savaşın başlayacağına dair işaretler sundu. Ancak gelinen noktada Hizbullah lideri Hasan Nasrallah’ın farklı yöntemlerle süreci yönetmek istediği net bir şekilde anlaşılmaktadır. Bu bağlamda öncelikle her iki tarafın psikolojik üstünlük sağlayarak düşmana geri adım attırmak istediğine yönelik taktikler öne çıkmaktadır. Nasrallah ve Şii milisler üzerinde caydırıcı bir etki oluşturmaya yönelik özellikle İsrail savunma bakanı Yoav Gallant’ın Hizbullah üzerinden Lübnan yönetimine savurduğu tehditler ve Beyrut’un 2. Gazze olacağına dair ifadeleri, söylemdeki şiddetin arttığını göstermektedir. Aynı şekilde Hizbullah’tan da İsrail’in içlerine kadar ilerleyebilecek uzun menzilli füzelerine ve İsrail’i yıkacak kapasiteleri olduğuna dair gönderilen tehditler, tarafların güç gösterisindeki dikkat çeken aktiviteleri olmuştur.

Her iki taraftan söylem noktasında yükseltilen tansiyonun Hizbullah-İsrail geriliminin tarihi kadar eski olduğu bir gerçek olsa da Gazze’deki son gelişmelerle birlikte Hizbullah tarafından yeni adımlar atıldığı görülmektedir. Bu noktada kayda değer adımlardan birisi Hasan Nasrallah’ın savaş boyunca sık sık beyanatlarda bulunması oldu. Bu bağlamda Gazze’deki katliamların boyutunu artırması ve Kassam Tugayları sözcüsü Ebu Ubeyde’nin ardı ardına gelen direnişin detaylarını içeren açıklamaları karşısında kendisinden beklentilerin arttığını fark eden Nasrallah, 3 Kasım 2023’te ilk konuşmasını yaptı. Konuşmada Hasan Nasrallah, İsrail’e açıktan savaş ilan etmesine yönelik beklentileri karşılamadı ancak özellikle yoğun askeri kayıplardan sonra kendi halkını teskin etme adına “buradayım” mesajını verdi.

Verdiği mesajın dünya kamuoyunda bir heyecan yaratmaması üzerine Nasrallah 11 kasımda yeniden ekranlara çıkarak Hamas’a verdiği desteği ispatlamak, ayrıca kendi örgütünün de ne kadar güçlü olduğunu anlatmak adına bazı detaylar sundu. Buna göre İsrail’e karşı ilk defa Kamikaze dronlarının ve Burkan füzelerinin kullanıldığı bilgisini paylaşan lider, esasen Hizbullah’ın 2013 yılında Suriye iç savaşına dâhil olmasıyla birlikte yeni askeri deneyimler ve silahlar elde etmiş olduğu gerçeğini yansıtmış oldu. İlerleyen süreçte Hizbullah İsrail’de vurduğu noktalar kadar, Rus yapımı FROG-7 füzeleri gibi sahip olduğu savaş kapasitelerine vurgu yaparak 2006 savaşından farklı olarak pozisyonunu modernize edilmiş güçlü silahları üzerinden göstermeyi tercih etti. Bir diğer ifadeyle Nasrallah neden kara savaşına girmediğine dair satır aralarında açıklamalarını yapsa da İsrail’in de gerilimi artıran tehditlerinin karşılığı olmadığını yeni silahlarıyla anlatmak istedi. Dolayısıyla da bu yeni taktikle popülaritesini artırmak istediğini göstermiş oldu.

Nasrallah’ı yeniden ekrana çıkaran bir diğer gelişme ise İsrail’in güney Lübnan sınırındaki çatışmaları aşarak Beyrut’ta Salih el Aruri’yi öldürmesi oldu. 2 ocakta İsrail’in mesajını Dahiye’de alan Nasrallah’ın, iki gün sonra yaptığı konuşmada intikam alacaklarına dair ifadeleri, küresel boyutta da etkili oldu. İsrail’le savaşın Beyrut’a ve sonrasında da tüm ülkeye sıçradığı, hatta bölgesel savaşın başladığı yorumları derinlik kazandı ancak Hizbullah’ın Lübnan’a dair hesaplarının değişmediği kısa sürede anlaşıldı. İran destekli olsa da bölge aktörü olarak İran’dan bağımsız daha da ötesi Hamas’ın önceliklerinden bağımsız bir taktik izlediği suyun üzerine çıkmış oldu.

Bu noktada Hizbullah-Hamas arasındaki ilişkinin 7 Ekim’den bu güne kadarki yansımasına göz atmakta fayda var. Hizbullah lideri Hasan Nasrallah ile Hamas’ın üst düzey yetkililerinin birlikte verdikleri fotoğraf, savaşın ilk günlerinde ve sonrasında servis edilmişti. Müzakerenin ve işbirliğinin bir göstergesi olan fotoğraflar, Hamas Uluslararası İlişkiler Ofisi Başkanı Musa Ebu Merzuk’un “Hizbullah’tan daha fazla şey bekliyorduk!” sözleriyle kırılganlığa uğrasa da iş birliğinin devam ettiğine dair vurgular her iki taraftan da gelmeye devam etti. Hasan Nasrallah da, Aksa Tufanı operasyonundan kendilerinin haberdar olmadığını söyleyerek dikkatleri üzerine çekti ancak Hizbullah’ın sessiz kalması da beklenen bir tutum olmayacaktı. Yine de Salih el Aruri gibi üst düzey bir Hamas yetkilisinin başkent Beyrut’ta suikasta uğramasını takiben Hizbullah’ın İsrail’e attığı roketler dışında bir politika izlemediği göz önünde bulundurulduğunda ve Hamas-Hizbullah işbirliğindeki detaylar incelendiğinde Nasrallah’ın artık izaha muhtaç bir konu olmaktan çıkan Lübnan merkezli tutumu da belirginleşti.

Hasan Nasrallah’ın çizdiği yeni planda Kızıldeniz’deki hareketlenmeler ile Husiler’in de önemli bir etkisinin olduğunu söylemek mümkündür. Yemen’deki son gelişmelerin Husiler’in iç aktörden bölgesel aktöre evrilmesine yol açması, Hizbullah açısından birbirine ters iki durumu açığa çıkarmaktadır. Öncelikle Hizbullah’tan beklenen aksiyonun kontrollü devam etmesi ancak sert tepkinin Husiler’den gelmesi, son Gazze işgaliyle birlikte bölgede İsrail’i Filistin dışında tehdit eden tek aktörün artık Hasan Nasrallah olmadığını gösterdi. Bu durum aynı zamanda Hizbullah’ın üzerindeki baskının azalmasına da vesile oldu. Diğer taraftan Husi cephesinde Amerikan ticaret gemilerine yapılan saldırıların İsrail işgalinin son bulmasını içermesi, Direniş Ekseni’nin koordineli bir şekilde hareket ettiğine dair görüşlerin belirginleşmesine yol açtı. Dolayısıyla Hizbullah tarafında bir yandan Lübnan’ı İsrail’in geniş çaplı saldırılarından uzak tutma çabaları gözlenirken, diğer yandan Husilerin desteklenmesiyle koordinasyonun önemli bir parçası olduğu vurgusu kayda geçilmiştir. Bir başka açıdan Nasrallah, Husilerin görünürlüğüyle liderlik paylaşımı yapmıştır ancak İsrail’in ve destekçi ülkelerin dikkatlerini Yemen’e de vermeleriyle kendi odağını güçlendirmiştir. Bununla birlikte her ne kadar Hizbullah ve Ensarullah arasındaki organik ilişki mezhep merkezli ve İran öncülüğünde güçlendirilmiş olsa da Zeydilerin kontrollü olmadığını dikkate almak gerekmektedir. Nitekim Husiler’in uzun süredir Yemen iç savaşında oynadıkları rolün Hizbullah’ın veya İran’ın direktifleriyle birlikte mezhebin temel inanç ilkelerinden olan “huruç” anlayışıyla belirginleştiği, tarihi süreç incelendiğinde açığa çıkmaktadır.

Hasan Nasrallah’ın İsrail’le olan çatışmayı faydaya çevirmek adına diplomatik yolları kullanmayı ve savaşın sonunda Lübnan’da meşruiyetini artırmak için sınır anlaşmalarını gündeme getirdiği de dikkati çekmektedir. İsrail’le gerilimi belirli bir düzeyde tutarak 2006’daki gibi bir kara savaşına girmeden ateşkesi sağlayabilirse, Nasrallah’ın kara sınırının belirlenmesi için de görüşmeleri perde arkasından yürüteceği tahmin edilmektedir. 2022 yılında iki ülke arasında imzalanan deniz sınırı anlaşması mevcut savaş durumunda risk altında olsa da Nasrallah’ın savaştan karlı çıkması adına kara sınırının belirlenmesi için müzakereleri desteklediği bilinmektedir. Nitekim Hasan Nasrallah’ın “Lübnan topraklarımızın her santimetrekaresini özgürleştirmek ve düşmanın (İsrail’in) sınırlarımızı ve hava sahamızı ihlal etmesini önlemek için tarihi bir fırsatla karşı karşıyayız.” minvalindeki sözleri savaşın başka bir boyutuna işaret etmektedir. Bu doğrultuda Şeba çiftlikleri başta olmak üzere sorunlu bölgeler üzerinde varılacak olan kara sınırı anlaşması Lübnan için de tarihi bir dönüm noktası olacaktır. Mevcut durumda kara sınırı görüşmelerine dair izler, Hizbullah’ın sınırın 10 km gerisine çekilmeyi reddetmesi ve bu yüzden de İsrail’in çıkmaza girmesi nedeniyle silinir olsa da, kara sınırına dair anlaşma planları bütünüyle ortadan kalkmamıştır. 2022 yılında imzalanan deniz sınırı anlaşmasından bölge açısından İsrail kazançlı çıkmıştır ancak Nasrallah’ın Lübnan adına yaptığı girişimi göstermesi, müzmin krizlerin sona ermesi ihtimali açısından olumlu bir adım olarak yorumlanacaktır.

Gazze Savaşı, uzlaşmaya varılamayan ateşkes nedeniyle bir süre daha tırmanarak devam edecek gibi görünmektedir. Bu süreçte İsrail, Hizbullah’ı tahrik etmek, biraz da Gazze üzerinde yoğunlaşan kamuoyunun ilgisini Lübnan’a sarkıtmak amacıyla angajman kurallarının sık sık dışına çıkmaktadır. Bununla birlikte Hizbullah’ın bu tahriklere kapılmamak için farklı taktiklere eğildiği görülmektedir. Nitekim bu savaş, öncekilere nispeten çok daha farklı yol haritalarının çizilmesi gerektiğini açık bir şekilde göstermiştir. Hasan Nasrallah da Lübnan’daki ve bölgedeki konumunu korumak adına topyekun bir savaştan ziyade yeni taktiklerle gücünü ispatlama yoluna gitmektedir.