Quantcast
Channel: ORDAF
Viewing all 330 articles
Browse latest View live

Türkiye’nin Bölge Uzmanlarına İhtiyacı Var

$
0
0

Bu coğrafyada yaşamanın en güzel tarafı her daim sürprizlere hazır olmanızdır. Psikolojik olarak bu tür sürprizlere hazır olduğunuz için mi bu bölgede yaşamak ilginç hale gelir, yoksa bölgesel gelişmeler sizi evrilttiği için mi hazır olursunuz karar sizin.

Bir gün kalkarsınız, akla en son gelecek Tunus’ta Arap Baharı başlamış, milyonlarca insan sokaklarda…

Bir gün kalkarsınız, akla hayale gelmeyecek rejimler yıkılmış, liderler başka ülkeye kaçmış, ya da öldürülmüş,

Bir gün kalkarsınız, ‘yaprak kıpırdamaz’ denilen Libya’da devrimciler bir saltanata son vermiş,

Bir gün kalkarsınız, modern zamanların gördüğü en tehlikeli terör örgütü BM üyesi iki legal ülke olan Suriye ve Irak’ın üçte birini işgal etmiş, yıllarca kontrolünde tutmuş,

Bir gün kalkarsınız, seksen yıllık ‘profesyonel’ muhalifler seçim kazanmış, iktidara gelmiş,

Bir gün kalkarsınız, yıllarca bu ‘profesyonel’ muhalifleri desteklemiş olan bir körfez ülkesi tüm lider kadroyu tutuklayıp hapse atmış,

Bir gün kalkarsınız, bu seçim kazanan ‘profesyonel’ muhalifler kendi atadıkları general tarafından askeri darbeyle devrilmiş,

Bir gün kalkarsınız, Suriye’de iç savaş başlamış, yarım milyondan fazla insan hayatını kaybetmiş, ülke nüfusunun yarısı ‘laciin’ veya ‘nazihiin’ statüsüne düşmüş, binlercesi Avrupa’ya ulaşma hayaliyle yollarda ölmüş,

Bir gün kalkarsınız, ülkeniz milyonlarca Suriyeli ile dolmuş, ana caddeleriniz daha önce adını duymadığınız yemeklerin ve sandviçlerin sunulduğu lokantalarla süslenmiş, tabelalar okuyamadığınız alfabeyle bezenmiş,

Bir gün kalkarsınız, geleneksel hanımlarınız Suriyeli hanımlardan mülhem Halep işi uzun zarif siyah elbiseler giyer olmuş,

Bir gün kalkarsınız, Suudi Arabistan gibi zengin bir ülke dünyanın en fakir ülkesi olan Yemen’i bombalamaya başlamış,

Bir gün kalkarsınız, Yemen’de ölü sayısı on bini aşmış ve bu güne kadar iki binden fazla insan koleradan ölmüş

Bir gün kalkarsınız, Katar’a dört ülke ambargo kararı almış, koşulları son derece ağır bir ültimatom vermiş…

Değişkenliği bu kadar çok ve hızlı olan bir coğrafyada devletler açısından diplomasinin işi son derece zor. Uzun süreli stratejik planlamalar muhtemelen henüz tasarı aşamasındayken önemini yitiriyor.

Jeopolitik pozisyonunuz realitenizi belirlediğinden kaçınılmaz olarak her daim hazırlıklı olmak zorundasınız. Aniden ortaya çıkan krizleri yönetebildiğiniz oranda bölge politikalarında söz sahibi olabilirsiniz.

Bunun için de en azından bölge coğrafyasını karış karış tanıyan, Arapçayı lehçeleriyle konuşan, ideolojik yapıların tarihsel süreçlerdeki gelişimini bilen, toplumsal dinamikleri belirleyen aşiretlerin aralarındaki ilişkiyi ve birbirlerine bakışlarını özümsemiş, eski Arap edebiyatının sadece şair adlarına değil onların divanlarına vakıf, aruz bilir recezden anlar, modern şairlerin şiirlerindeki referanslara muttali, günlük birkaç gazeteyi okur ve daha da önemlisi oradaki satır aralarını anlar, gerektiğinde Arap televizyonlarına çıkıp yorum yapabilen uzmanlara gereksinim var.

Bu uzmanların aynı zamanda batı dillerinden bir ikisini bilip ABD ve/veya Avrupa’daki üniversitelerde eğitim almış olmaları olayların global seyrini idrak açısından da son derece gereklidir.

Yukarıda sözünü ettiğimiz vasıflara sahip bireylerin yetişebilmesi için eğitim kurumlarınızın olması ve orada bulunacak hocalarınızın da bunları sağlayacak kapasitede olması gerek.

Yüz seksenden fazla üniversitenin bulunduğu Türkiye’de hala lisans seviyesinde bir tek Ortadoğu Çalışmaları bölümünün bulunmamasını açıklamak mümkün değil. Yüksek lisans seviyesindeki programların açığı kapatma konusundaki çabaları dikkate şayan ancak yeterli sayılamaz.


Geleneksel Fransız Siyaseti Macron’un Afrika Politikalarını Ne Kadar Etkileyecek?

$
0
0

Emmanuel Macron’un Fransa cumhurbaşkanlığı seçimlerini kazanması sadece Avrupa siyaseti açısından değil aynı zamanda Afrika ülkelerinin geleceği açısından da bir takım tartışmaları beraberinde getirdi. Bu bağlamda Macron’un seçilmesi ile birlikte Fransa-Afrika ülkeleri ilişkilerinde (özellikle frankofon ülkeler) yeni bir dönemin başladığı iddiaları uluslararası medyada ve analizlerde kendine yer buldu. Genç ve dinamik bir lider olarak Macron’un Fransa-Afrika geleneksel ilişkilerinin yönünü değiştireceği ve Afrika ülkelerinin uzun yıllardan beri süre gelen sorunlu kalkınmalarına ivme kazandıracağı beklentileri ile birlikte Macron’un seçim kampanyası sırasında bile birçok Afrikalı tarafından kalben desteklendiği sosyal medyaya ve gazetelere yansıdı. Diğer taraftan Macron’un seçimi kazanması aynı zamanda Marine Le Pen’in seçimi kaybetmesi demek olduğu için de Afrika medyasında büyük bir rahatlama gözlemlenmişti.

Emmanuel Macron, Mali cumhurbaşkanı Ibrahim Boubacar Keita ile birlikte Mali’de.

Ancak bu noktada hatırlatılması gereken önemli bir gerçek bulunmaktadır: Fransa’nın Afrika siyaseti uzun yıllar boyunca inşa edilmiş bir gelenek üzerine oturmaktadır ve Fransız siyasetinin yönetici kadroları ne kadar değişirse değişsin bu siyasette radikal dönüşümler gözlemlenmemektedir. Sömürgecilik döneminden itibaren devam eden bu siyasetin resmi ve gayri resmi, meşru ve gayri meşru yollardan mafya şebekelerine kadar büyük bir ağı kapsamakta olduğu da unutulmamalıdır. Buradan hareketle Fransa’nın yeni Cumhurbaşkanı Macron, Fransa’nın Afrika politikasında etkili hale gelen bu gayri resmi şebekelere son vererek özgürlük ve sorumluluğa dayalı yeni bir politika izleyeceği söylemini gerçekten uygulayabilecek mi? Bu sorunun cevabını Macron öncesi Fransız cumhurbaşkanlarının Afrika siyasetine temel teşkil eden geleneksel Fransız Afrika siyaseti üzerinden okumak yerinde olacaktır zira tıpkı Macron gibi Sarkozy ve Hollande da benzer vaatler vermişti ancak sonunda iktidarın gerçeğine yakalanmışlardı.

De Gaulle ve Afrika Ülkelerinin Kısmi Bağımsızlığı

Esasen çoğunlukla tek taraflı yarar sağladığı düşünülebilecek bu politikanın temellerinin 1950li yılların sonları ve 1960lı yılların başlarında Afrika’nın “bağımsızlığını” kazandığı dönemde atıldığını söyleyebiliriz. 1960 öncesi Fransa ve Afrika arasındaki ilişkiler tamamen sömürü ilişkilerinden ibaretti. Kıtaya bağımlı Fransa, nüfuzu altındaki Afrika’nın yeraltı ve yerüstü kaynaklarını istediği kadar ve istediği şekilde kullanabiliyordu. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra sömürgelerde başlayan bağımsızlık hareketlerinden ziyade ABD ve SSCB’nin etkisi Afrika’nın bağımsızlığını kazanmasını hızlandırmıştı. Ancak De Gaulle, biri politik ve diğeri ekonomik temellere dayalı başlıca iki nedenden dolayı Afrika’daki Fransız nüfuzunun hızlı bir şekilde kırılmasını istemiyordu. Ekonomik olarak bu sömürgeler, Fransa’nın uranyum ve petrol gibi hammaddeleri ucuz ve sınırsız temin etmesini sağlıyor ve birçok Fransız şirketinin de karlı kakao, kahve, muz ve orman ticaretiyle uğraşmasına imkân tanıyordu. 1913 yılında Afrika’daki Fransız sömürgeleri Fransa’nın dış ticaretine %12 katkı sağlarken 1929 ekonomik krizinden sonra bu oran %27’ye yükseldi. 1954 yılında ise sömürgelerdeki sistemin bütünleşmesiyle Afrika’daki Fransız sömürgelerinin Fransa dış ticaretine katkısı %30’a ulaşmıştı. Politik açısından ise De Gaulle, soğuk savaşın başladığı dönemde bu bölgenin bağımsız olup doğu bloğuna kaymasından endişeleniyordu. Bu yüzden sömürgelerle bir Fransız Topluluğu oluşturamayan De Gaulle, sömürgelere önce iç özerklik ardından da Fransa’nın kontrolü altında kısmi “bağımsızlık” tanımıştır.

De Gaulle Cezayir’de, 1958

Fransa’nın çıkarları adına gerçek bir politik ve ekonomik bağımsızlık verilmesini istemeyen De Gaulle, sağ kolu Jacques Foccart’a bu genç Afrika ülkelerini gayri resmi şekilde Fransız himayesi altında tutma görevini vermiştir. Fransız Sarayında genel sekreter ve birçok istihbarat teşkilatlarını yöneten Foccart, bu görevi yerine getirmiş ve saraydaki Afrika ofisinden, bağımsızlık sırasında Afrika’da yapılan seçim sonuçlarını manipüle ederek, Afrikalı milliyetçi liderleri çeşitli yollarla öldürterek ülkelerin idaresine Fransız yanlısı ve Fransa’da eğitim görmüş yöneticiler getirtmişti. Örneğin Kamerun’da 1948 yılında kurulan milliyetçi bir parti olan Kamerun Halk Birliği (UPC)’ne karşı mücadele veren Fransızlar, partinin ülkenin idaresine gelmemesi için önce seçimlerde oylar ile oynayarak ardından da bir katliama dönüşen mücadele ile 200.000’den fazla Kamerunlu’nun ölümüne sebep olmuşlardı. Daha sonra ise partinin liderleri olan Ruben Um Nyobé 1958’de, Felix Moumié 1960’da ve Ernest Ouandié 1970’te teker teker öldürülmüştür. Togo’da da yaşanan benzer olayda da 1963’te Togolu milliyetçi Sylvanus Olympio öldürtülüp Fransız yanlısı Etienne Eyadéma iktidara getirtilmiştir. De Gaulle’e rağmen 1958’de Gine’nin bağımsızlığını ilan eden Sekou Touré’nin hükümetini de zayıflatıp çökertmek isteyen Fransa sahte para basıp ülkeye yaymıştı. Yine anılan dönemde kurulan ve günümüzdeki Senegal, Mali, Burkina Faso ve Benin’i içine alan Mali Federasyonu’nun da birlik halinde bağımsız olmasına müsaade edilmemiştir.

Bağımsızlıklar ile Birlikte Gelen Politik-Ekonomik Bağımlılık

Fransa, Fransız yanlısı siyasetçilerin iktidar yürüyüşünü destekledikten sonra bu ülkelerin bağımsızlıklarını tanırken aynı zamanda kıta ülkeleri ile işbirliği politikaları çerçevesinde politik, ekonomik, askeri ve savunma gibi alanlarda bu ülkeleri Fransa’ya bağımlı kılacak anlaşmalar imzalamıştı. Bu anlaşmaların bir kısmı resmi gazetede yayınlanmamıştı ve bugün bile gün yüzüne çıkmamıştır. Gine dışında hemen hemen bütün eski Fransız sömürgeleri bağımsız olmalarına rağmen Fransa ile askeri işbirliği adı altında gerektiğinde ilgili ülkeye Fransız müdahalesine hak tanıyan anlaşmalar imzalamıştır. Ayrıca Cibuti, Çad, Gabon ve Senegal’de sonraki yıllarda kıta ülkelerine müdahaleye imkan tanıyacak ve binlerce Fransız askeri barındıran daimi askeri üsler kurulmuştur. Ekonomik alanda Fransa, kıta ülkelerinin ekonomilerini kontrol altına alabilmek için para birimlerini Merkez Bankasına bağlamıştır. İlk başta sömürgecilik döneminde çıkarılan para –Afrika Fransız Sömürgeleri Frankı – Franc des Colonies Françaises d’Afrique (Franc CFA)- 1960’tan sonra bağımsızlıkla birlikte yine Fransa’ya bağlı kalarak ikiye ayrılmıştır: Bénin, Burkina Faso, Fildişi Sahili, Gine Bissau, Mali, Niger, Sénégal ve Togo için Afrika Mali Topluluğu Frankı – Franc des Communautés Financières Africaines ve Kamerun, Orta Afrika Cumhuriyeti, Kongo, Gabon, Ekvator Gine ve Çad için Orta Afrika Mali İşbirliği Frankı – Franc de la Coopération Financière d’Afrique Centrale.

Kalkınma noktaları da yine aynı şekilde Fransa için bu genç Afrika ülkelerinin ekonomilerini kendisine bağımlı hale getirmekte önemli bir araç olmuştu. Hedef, eski Fransa Başbakanı Michel Debré’nin ifadesinden anlaşılabileceği gibi işbirliği ve yardımlar yoluyla kıtada Fransa’nın otoritesinin ve etkisinin hissettirilebileceği devletler ve topluluklar oluşturmaktı. Fransa, Afrika ülkelerinin bağımsızlıkları ilan ettikleri tarihlerden itibaren bu ülkeler için kalkınma, bütçe yardımı ve seçimler başlıkları altında her sene yardımlar ayırmaktadır. Ancak söz konusu yardımların, bahsi geçen Afrika ofisi, Afrikalı ve Fransız başkan ve bakanların da dâhil olduğu mafya şebekeleri yoluyla, önceleri De Gaulle’un partisine ve fikirlerine sahip çıkma daha sonraları ise Fransa’da Fransız iktidar partilerinin kampanyalarını, Afrika’da ise diktatörleri ve savaşları finanse etme ve son olarak da vergi adaları vasıtasıyla Afrika’da işletilen ham madde gelirlerini aklama aracına döndüğü, 90lı yıllarda ortaya çıkan yolsuzluk skandallarından anlaşılmaktadır.

Mali’de Fransız askerleri

Konunun uzmanı François Xavier Verschave bu skandallar hakkındaki birçok çalışmasında meseleyi teferruatlı bir biçimde ele almıştır. Örneğin, 1967’de patlak veren ve iki milyon ölüme neden olan Nijerya’daki ayrılıkçı Biafra savaşının Fransa tarafından desteklendiğine dair mühim bilgiler vermiştir. Yine Liberya savaşında Fransız şirketleri ve eski Fransız cumhurbaşkanı Fransois Mitterand’ın ağları ve diğer Frankofon Afrika ülkeleri Fildişi ve Burkina Faso’nun, elmas ve orman gibi değerli maddeler karşılığında yer aldıklarına şüphe olmadığını kanıtları ile iddia etmektedir. Verschave’nin aktardığına göre, raporunda eski Elf Genel Başkanı Le Floch Prigent, jeopolitik ve enerji nedenlerinden dolayı 1975 yılında Angola’da başlayan iç savaşta Elf gibi Fransız şirketlerinin, savaşan iki tarafa silahlar temin ettiğini itiraf etmiştir. Malum 1994 yılında Ruanda soykırımı sırasında Fransa’nın faillerin yanında yer aldığını da kanıtlamıştır. Bugün de Demokratik Kongo Cumhuriyeti’nde devam eden kriz, Orta Afrika Cumhuriyeti’nde yaşanan iç savaş ve Mali’nin kuzeyinde çözülemeyen isyanda Fransa ve Fransız şirketlerinin müdahalesinin olmadığını söylemek bir hayli güçtür.

Fransa, politik, ekonomik ve stratejik çıkarları adına, Afrika ülkelerinde ülkelerin politik-ekonomik yapısını kendi denetimi ve kontrolü altında tutmasını sağlayacak Fransız yanlısı iktidarların Afrika ülkelerindeki nüfuzlarının devamına imkan tanımaktadır. Bugün de Gabon’da Bongo hanedanı (1967’den beri), Kongo’da Sassou Ngesso (1979-1992 arası ve 1997’den beri), Kamerun’da Paul Biya (1982’den beri) ve Çad’da İdris Deby (1990’dan beri), kıtada Fransız çıkarlarını korumaya devam ederek uzun yıllar boyunca Afrika ülkelerinin siyasetine yön vermeye devam etmektedir. Bunun karşılığında bu isimler de kendi ülkelerinde değişik ham madde işletmesi ve ticareti gibi sektörlerde Fransa’nın tekelciliği veyahut önemli projelerde ve ihalelerde Fransız şirketlerine öncelik tanınmasını sağlamaktadırlar.

Peki, Macron’dan Fransa’nın bu geleneksel Afrika siyasetinde radikal bir değişiklik yapmasını beklemek ne kadar gerçekçi? Böyle bir beklentiye girmenin şu aşamada çok zor olduğunu söyleyebiliriz. Bunun en büyük sebebi Fransa’nın Afrika politikasında yer etmiş, köklü ve bozulması çok zor olan bu gayri resmi ilişkilerin gerçekten de Fransa’nın kıtadaki politik-ekonomik çıkarlarına katkı sağladığı gerçeğidir. Gerçekten de Macron iktidara gelir gelmez Frankofon Afrika ülkelerinin kullandığı Franc CFA para biriminin değerini düşüreceği söylemleri ortaya atılmıştı. Bu zayıf ülkelerin kısmen bir ileriye iki geriye şeklinde yükselmeye çalışan ekonomileri; yolsuzluk, kalkınma yardımları ve artan borçlarla frenlenmektedir.

Aslında Fransa’nın sömürgecilik döneminde savunduğu “medenileştirme misyonu”nu bugün de devam ettirdiği ve dolayısıyla kendi kendileri henüz yönetemeyen Afrikalılara yardıma koştuğu düşünülebilir. Bu sebeple –belki bir başka yazıya konu olabilecek- Afrika perspektifinden bakıldığında Fransa’daki siyasi değişim ne olursa olsun gerçek değişim kıtadan gelmediği müddetçe mevcut durumun dönüşmesi mümkün gözükmemektedir.

Irak Kürtlerinin Bağımsızlık Referandumu ve Irak Türkmenlerinin Tutumu

$
0
0

25 Eylül 2017 tarihinde Kuzey Irak’ta yapılması planlanan bağımsızlık referandumu esasında Kürt yönetiminin uzun süreden beri izlediği politikaların bir sonucu. Bölgede oluşan istikrarsız konjonktürden yararlanmak isteyen Irak Kürtleri, bağımsızlık şartlarının oluştuğunu düşündükleri an Bağdat yönetimine karşı harekete geçmekte. 25 Eylül’de yapılacak bağımsızlık referandumu da Kürtler için yeni bir politika değil zira bağımsızlık istekleri bir yüzyıl kadar geriye gitmektedir. Osmanlı zamanında üç parçalı eyalet sistemi ile yönetilen Irak, İngiltere mandaterliği altında Kral Faysal yönetiminde merkezileştirilmişti. Yeni devlet yapılanması içerisinde yer almak istemeyen Kürtler, 1918 yılından itibaren bağımsızlık taleplerini dile getirmeye başlamışlardı. Önümüzdeki ay yapılacak olan bu referandum ise tüm bu sürecin bir devamı. Ancak Irak’ta Kürtlerin bu arayışı karşısında diğer etnik grupların aynı fikirde olduğunu söylemek mümkün değil. Bu noktada Irak Türkmenleri’nin tutumu ise hem Irak’ın geleceği hem de Türkiye’nin Irak’taki varlığı açısından önem arz ediyor.

Irak Kürtlerinin Bağımsızlık Arayışının Kısa Tarihi

1921’de Irak’ın Musul’u da içine alan manda devletinin ortaya çıkması Kürtler için iyi bir gelişme olmamıştı. Bağımsızlık isteklerini saklamayan Kürtler, 1932 yılında Molla Ahmet Barzani liderliğinde bağımsızlık için ayaklanma başlattılarsa da bir sonuç alamamışlardı. O tarihte İngiliz mandaterliğinin sona ermesi ile bağımsız olan Irak, bünyesinde barındırdığı azınlıklara sosyal-kültürel alanda geniş haklar tanımıştı ve bu haklardan Kürtler de önemli bir pay almışlardı. Ancak bağımsızlık talepleri ve arayışları bugüne kadar hep süregeldi. Irak Kürtlerinin lideri Molla Mustafa Barzani, SSCB’ye kaçmak zorunda kalıp 1958 Irak darbesi sonrası ülkeye geri döndükten sonra iktidar ile işbirliğine girişti ve Irak anayasasına Kürtlerin Irak’ın asli unsuru olarak girmesini sağladı. Aynı şekilde Kürdistan Demokrat Partisinin (KDP) yasal hala gelmesi ile birlikte Molla Mustafa Barzani’nin liderliğinde 1961 yılında Kuzey Irak için özerklik talep edildi fakat bu istek de hükümet yetkililerince karşılık bulmamıştı.

1991 yılında yaşanan Körfez savaşı ve oluşan kaos, Kürtler için bulunmaz bir fırsata dönüşmüştü. Süreç içerisinde Bağdat yönetimin zayıflığını gören Kürtler bağımsızlık isteği ile tekrardan ayaklanma başlatmışlardı. Ayaklanmaları bastırmak isteyen Saddam Hüseyin kısa süre içerisinde toparlanan Irak ordusunu Kürtlere karşı harekete geçirdi. Bu duruma sessiz kalmak istemeyen Birlemiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin (BMGK) 1988 yılındaki Halepçe Katliamının benzerinin yaşanmaması için 688 sayılı karar ile Kürtleri koruma altına aldı. Bu karar ile 36. Paralelin kuzeyindeki yerleşim alanları uçuşa yasak bölge ilan edildi ve Kürtler için adeta devletleşme süreci başladı. ABD öncülüğünde başlatılan Huzur operasyonları ile tamamen Saddam Hüseyin’e karşı korunan Kürtler, bu dönemde parlamento ve teşkilatlanma yolunda adım atarak kurumlarını oluşturmaya çalıştılar.

2003 yılında ABD’nin Irak’ı işgal etmesiyle birlikte Kürtler Irak’ta altın çağını yaşamaya başladılar. Bu dönemde ABD’nin sahadaki en büyük yardımcı gücü konumunda bulunan Kürtler, ödüllerini 2005 yılında Irak anayasasına mevcut bölgelerini Irak Kürt Bölgesel Yönetimi (IKBY) adı ile yasal bir statüye dayandırarak aldılar. Irak’ın 2003 işgali sonrasında Cumhurbaşkanlığı ile Genelkurmay Başkanlığını (2016 yılına kadar) elinde bulunduran Kürtler, Irak devleti içerisinde de oldukça güçlendiler. IKBY’nin kendi başına petrol ihracına başlaması ve ekonomik anlamda rahatlaması bir nevi merkezi yönetime meydan okuma olarak da algılandı. Yine Bağdat hükümetinin karşı çıkmasına rağmen birçok uluslararası petrol şirketleri ile anlaşma imzalaması ve Kerkük petrol boru hattını IKBY boru hattına bağlayarak petrol ihraç etmesi, IKBY’nin bağımsızlık yolunda hareket ettiğinin de göstergesi olarak değerlendirilmiştir.

Referandumun Getirecekleri

Haziran 2014’te IŞİD’in Musul’u ele geçirmesi ve hâkimiyet alanını genişletmesi Kürtleri, dağılan Irak ordusu yanında başat güç olarak ortaya çıkarmıştır. Peşmerge’nin Irak ordusundan boşalan yerleri hızlı bir şekilde doldurması ve daha sonra buradan çıkmayacağını ilan etmesi tartışmaları da beraberinde getirmiştir. Çünkü IKBY ele geçirilen mekanları yapılacak referandumda doğal sınırları içerisinde göstermiştir.

IŞİD’in IKBY menzillerine saldırması sonrasında Peşmerge güçlerine daha fazla kaynak aktaran Erbil yönetimi memur maaşlarında da kesintiye gitmişti. Ayrıca Bağdat yönetiminden de beklenen ödemelerin gelmemesi toplum içerisinde huzursuzluğa neden olmakta. Yerel kaynaklardan edindiğimiz bilgilere göre halk ile IKBY yönetimi arasında bağımsızlık sürecinde bir uyumsuzluk bulunmakta. Dolayısıyla Kuzey Irak’ta yapılması planlanan referandumda doğrudan halkı etkileyecek sıkıntılar söz konusudur. Bu yüzden halka göre öncelik referandumdan ziyade ekonomik/sosyal kalkınmanın gerçekleştirilmesidir. Çünkü yaşanılan savaş bölge insanını oldukça yormuş ve ekonomiyi durma noktasına getirmiştir. Yine KDP iktidarının referandumdan sonra nasıl bir süreç izleneceğini açıklamaması ya da ortaya bir projenin konmaması halk tarafından referandumun dünyaya karşı gösterilecek bir belgeden ibaret olduğu şeklinde algılanmasına da neden olmaktadır.

IKBY’deki yaygın düşünce referandumdan sonra bağımsızlık ilanının hemen gerçekleşmeyeceği ve Barzani’nin iktidarını pekiştirdikten sonra çıkan kararı rafa kaldıracağı inancıdır. Bu inanç toplumun birçok kesiminde hâkimdir. Çünkü hali hazırda zor ayakta duran ekonomi, bağımsızlık kararı sonrasında Bağdat yönetiminin ödenekleri kesmesi sonucu tamamen çökme tehlikesi ile karşılaşabilir. İçinde bulunduğumuz zaman diliminde çoğu tüccarlar yatırımlarını referanduma kadar askıya almışlardır. Yatırımcılar ve tüccarlar Bağdat ile Erbil arasında meydana gelebilecek olumsuz bir gelişme karşısında daha fazla zarara uğramak istememektedirler.

Siyasi arenaya baktığımızda ise düzenlenecek referandumda siyasi partiler arasında konsensüs tam anlamıyla sağlanmış değildir. Özellikle Goran’ın referanduma yönelik ilk başlardaki olumsuz açıklamaları devam etmemekle birlikte referandum kararının alınış yönündeki hoşnutsuzlukları sürmektedir. Çünkü Goran hareketi ve Kürdistan Yurtseverler Birliği (KYB) kararın parlamentodan alınmasını istemektedir. Böylece karar parlamentodaki tüm taraflar tarafından desteklenmiş olup, parlamentonun etkinliğinin artacağı inancındadırlar. Eğer referandum kararı parlamento tarafından çıkartılacak bir yasa ile desteklenmez ise diğer siyasi partiler tarafından protesto edilebilir. Yine referandumda Goran ve KYB’nin de içinde olduğu toplumsal uzlaşı sağlanamaz ise %30-40 civarında hayır oyunun olabileceği sahadaki verilere göre değerlendirilmektedir.

Irak Türkmenlerinin Referandum Tutumu

Kuzey Irak’ta yapılması planlanan bağımsızlık referandumu bölgede yaşayan birçok halkı ve Irak Türkmenlerini yakından ilgilendirmektedir. Irak Türkmenleri IKBY’nin referandum kararına sert tepki göstermişlerdir fakat bunu önlemek için ellerinde herhangi bir siyasi ya da silahlı güç bulunmamaktadır. Irak Türkleri Kültür ve Yardımlaşma Derneği Başkanı Mehmet Tütüncü’ye göre ilan edilen referandum ve arkasından gelen bağımsızlık, orta ve uzun vadede sürdürülebilir olmaktan çıkabilir. Çünkü Sünni Araplar ile Türkmenler, Kürtlere karşı topraklarını geri almak için ortak hareket edebilirler. Şu an için Irak’ta güçsüz durumda olan Sünni Araplar ve Türkmenler ilerleyen zamanlarda güçlenirler ise topraklarını geri almak için silaha sarılmaktan geri durmayacaklardır.

Kürt bayrağının asılmasını protesto eden Türkmenler, 29 Mart 2017

Kürt bayrağının asılmasını protesto eden Türkmenler, 29 Mart 2017

Kuzey Irak’ta bulunan Türkmenlerin bağımsızlık referandumu karşısındaki politikaları Irak Türkmen Cephesi ile aynı çizgidedir. IKBY içerisindeki bazı siyasi ve sivil toplum kuruluşlarının Türkmenlerle ilgisi yoktur. Bunlar Türkmen politikalarına karşı Kürtler tarafından kurdurulan tabela partisi ya da sivil toplum kuruluşlarıdır. Kürt yönetimi zaman zaman oluşan tepkileri engellemek için bu kuruluşları kendilerine karşı kılıf olarak kullanmaktadır. Genel olarak bu bölgede yaşayan Türkmenlerin çizgisi Irak Türkmen Cephesi ile aynı doğrultudadır.

Kuzey Irak Kürt Yönetimi, Kerkük’te Türkmenleri asimile etme politikasını en ağır bir şekilde uygulamaktadır. Hali hazırda görev yapan Kerkük valisinin temel görevi de budur. Kerkük’te bulunan Türkmenleri olabildiğince devlet kurumlarından uzaklaştırarak sayıca az göstermeye çalışmaktadır. Burasının bir Kürt şehri olduğu yönündeki çalışmalarını da hızlandırmaktadır. Son olarak Kerkük Güvenlik Komisyonundaki tek Türkmenin de komisyondan çıkartılması bunun işaretlerindendir.

Türkmenler kendileri aleyhine oluşan durumlar karşısında yönlerini her zaman Türkiye’ye çevirmektedirler. Özellikle Kerkük’teki devlet kurumlarına Kürt Bayrağı asılması olayında Türkiye’nin sert tepkisinin gelmesi, Türkmenler için bir umut olmuştu. Fakat gösterilen tepkilerin söylem düzeyinde kalması, Türkmenlerin herhangi bir kazanım elde etmesinin önüne geçmiştir.

Devletlerin Irak’a yönelik söylemleri artık dengeleri değiştirmemektedir. Bunun yerine sahada aktif olan devlet dışı güçler dengeleri değiştirmeye yönelik adımlar atmaktadır. Bunu İran’ın desteklediği grupların başarı ile yaptığını söyleyebiliriz. Türkmenler özelinde de İran’a karşı özellikle IŞİD saldırıları sonrasında bir yönelme söz konusudur. Özellikle Şii Türkmenler İran ile yakın ilişki içerisine girmektedir. Aslında bu duruma da nispeten hak vermek mümkündür zira IŞİD saldırıları karşısında Türkiye soydaşlarına yeterli ilgiyi gösterememiştir. Dolayısıyla İran, Haşdi Şabi aracılığı ile Şii Türkmenler üzerinde oldukça etkili olmaktadır. Ayrıca Haşdi Şabi’nin içerisinde Türkmenlerin oluşturduğu birlikler de bulunmaktadır.

Genel olarak Türkmenler yine de en büyük destek ve kuvvet olarak anavatanı görmektedirler. Çünkü Irak’ta diğer gruplar gibi silahlı güçlerinin olmaması sürekli değişen politikalar karşısında onları etkisiz kılmaktadır. Türkiye’den beklentiler ise 1990 Körfez Savaşı’nda ve 2003 Irak işgali sırasında olduğu gibi bu defa oyunun dışında kalmamasıdır. O dönemlerde Amerikan yönetiminin verdiği sözlere güvenerek hareket alanını daraltan Türkiye, günümüzde bu politikalarının olumsuz sonuçlarını açıkça görmektedir. Hasılı Türkiye, Irak Türkmenlerini bölgesel dengeleri bozmayacak şekilde korumalı ve gerekli desteği vermelidir.

Sonuç olarak bütün bu gelişmelere bakıldığında bağımsızlık referandumunun ne Kürtlere gerçek bir bağımsızlık vereceğini ve ne de bölgeye istikrar getireceğini söyleyebiliriz. Aksine bölgede yeni çatışma alanları açacak, üstelik zaten sınırlı olan kaynaklar üzerindeki paylaşım kavgasını daha da artacaktır.

İsrail Uçakları Mescid-i Aksa’yı Bombalar mı?

$
0
0

İslam dünyası bir sabah İsrail’in Mescid-i Aksa’yı bombalaması haberi ile uyandığında acaba tepkisi ne olacaktır? Protesto gösterileri, bağırışmalar, oturma eylemleri, İsrail’in İslam ülkelerindeki mal ve şirketlerini boykot, belki diplomatik ilişkilerin kesilmesi… Bundan fazlası olabilir mi?

Bu yazıda önce böyle bir durumun olabilirliği; İsrail’in Mescid-i Aksa’yı vurabilme imkanları ve sebebi üzerinde  durulacaktır. Böyle bir ihtimal sadece siyasi veya dini sebeplere bağlı olabilir mi? (Laik-Yahudi) İsrail devletinin daha önceki yıllardaki ve halen sürdürdüğü İslam dünyasına düşmanlıktaki çıkarı nedir? Sünni İslam alemi İsrail’in işgallerine ve genişlemesine İran konusundaki gibi bir tavır/düşmanlık oluşturdu mu?

Son Gazze Savaşı 2014 yılında meydana gelmişti ve İsrail bu savaşta Araplar ile daha önce yaptığı savaşlarda takip etmediği bir siyaset uygulamaya sokmuştu. O da  askeri ve sivil mekanların toptan  yok edilmesi siyasetiydi. Bu siyaseti İran da 1980-1988 İran-Irak savaşında savaşçıların maneviyatını kırmak için denemişti. Fakat o zaman İran’ın düşündüğünden büyük olan Iraklıların tepkisi ve karşı koyması ile bu  stratejisi başarısız olmuştu. Bu strateji sadece İran’ın ürettiği bir strateji değildir. ABD de aynı siyaseti 1975 yılında Vietnam’da uygulamış ve yetersiz tepkiden ve sınırlı direnişten dolayı kısmen başarılı da olmuştu. Buradan hareketle bu yaşananlarda İran, ABD ve İsrail ofansif stratejilerinin uyumunu görebilmekteyiz.

Gazze’ye dönecek olursak, İsrail yüz kişi üzerindeki bir kaybına karşılık 5000 insanın ölümüyle neticelenen savaş stratejisine -Hamas dahil- tepki verilmemesiyle savaşı kazandığına kanaat getirmiştir. Zira İslam aleminin İsrail’e ve bu toptan yok etme siyasetine tepkisinin kaygı uyandıran yetersizliği, tepkilerin sadece kınamalar, bağırtılar ve savaşın yıktıklarını imara girişmekten başka bir şey olmadığı hayretle seyredilmektedir.

Bu durumdan Beşşar Esed rejimi de istifade etmiştir. Aynı siyaseti Beşşar Esed Sünni bir kent ve Sünniliğin önemli sembollerinde biri olan Halid b. Velid’in makamının ve camisinin bulunduğu Hums’ta tatbike girişmiştir. Şehir bombalanıp, cami yıkılıp insanlar da buradan çıkmaya başladığında yine İslam alemi kınama ve bağrışmalar ile yeniden şehri imar vaadiyle yetinmiştir. Müslümanlar Hums’taki olayların bu dereceye varmasının nedenleri üzerinde hiç durmamışlardır. Bundan sonra Beşşar Esed aynı siyaseti İslam dünyasının nazarında önemli bir yeri ve Sünnilerin sembolü olan Halep’te denemiştir. Buradaki Emevi Camisi ve eski Halep tahrip ve yer ile yeksan edilmiş, Halid b. Velid mescidinde olduğu gibi meşhur minaresi hedef alınmıştır. Yine tepkiler eskisi gibi hatta daha da azı ile geçiştirilmişti. Ve yine Müslümanlar bu yıkım fikrinin bu dereceye nereden vardığını düşünmediler.

Bu olaydan sonra sıra Uluslararası koalisyon, ABD ve İran işbirliği ile Musul’a taşındı. Özellikle şehrin (nehrin) sağ yamacındaki Sünni Müslümanların sembolü, Haçlıları ve Fatımileri kahreden Nureddin Zengi camisinin minaresine karşı adeta bütün taraflar birleşti.  Burada Irak’ta Sünnilerin sembolü sayılan meşhur ve sevimli minare yıkıldığında da diğer sarsıcı olaylarda olduğu gibi sosyal medyada dökülen gözyaşlarından başka bir şey yaşanmadı. Her seferinde fikirsizlik ve düşüncesizlik boyutu bir öncekinden daha da fazla gelişerek bu olayların sebepleri, kültürümüzü ve bizi yok etmek için oluşan koalisyon ve aşırılığın kaynakları tartışılmaz olmuştur. Sorun ve yıkım bölge üzerindeki Amerika-İran ittifakının gerçek sebepleri yerine, daha çok Hamas, Özgür Suriye Ordusu, Nusra, IŞİD gibi oluşumlar üzerinden tartışıldı. Sözü edilen bazı örgütler ise her seferinde savaşlardan daha da güçlenerek çıktığı gibi istikrarsızlığın ana amilleri olarak görüldüklerinden uluslararası koalisyonun bölgede kalması için de meşru zemini sağlamakta.

İsrail bütün bu yıkımlar karşısında kendisine yöneltilmiş basit tepkileri müşahede ettiği zaman Mescid-i Aksa’da da bir takım girişimlerden geri durmayarak adım adım hedefine varacaktır. Olaylar başlatacak, karşısında kınamalar, oturma eylemleri vs. görecek ve sonra ağır darbeyi vuracaktır. Bütün bunlar bir gün bizim Mescid-i Aksa’nın İsrail tarafından bombalanması haberleri ile uyanmamıza  sebep olacaktır. Zira Mescid-i Aksa tehdit altındadır.

İşte o zaman yeniden sonuç almayan kınama, protesto ve hatta pişmanlıklar ile baş başa kalmamak için İslam alemi yeni bir yapılanmaya, kendi sorunlarını kendisinin çözebileceği bir anlayışa gitmelidir. Kuşkusuz coğrafyaya yöneltilmiş ve Mescid-i Aksa’yı hedef almış her hareket dışarıdan gelmektedir. Fakat gücünü bölgesel ilişkilerdeki zaaflardan, İslam toplumlarının kendilerini sorunlara karşı hazırlamamasından ve basit çekişmelerin mübalağalı bir tarzda sürdürülmesinden almaktadır. Filistin meselesi, Mescid-i Aksa ve müslümanların bölge sorunları pazar malzemesi yapılmayacak kadar önemlidir ve sadece bir gurup, devlet veya topluluğun sırtında taşınmayacak kadar büyüktür.

Türkiye Küresel Yönetişime Katılımda Ne Kadar Etkin?

$
0
0

Küresel otoritenin farklı merkezler arasında dağılma sürecine girdiği bu dönemde Türkiye’nin uluslararası sistemde sorumlu bir aktör olarak öne çıkma isteğinin bir sonucu olarak diğer yükselen güçlerin takip ettiği stratejiye benzer bir şekilde BM sistemine yaptığı personel, finansal ve fikirsel katkıyı arttırma eğilimine girdiğini görmekteyiz. Peki  genel olarak uluslararası sistemde ve özel olarak da uluslararası örgütlerde muhtemel yeni bir köklü reform sürecine eli kuvvetli olarak girmeyi hedefleyen yükselen güçlerle mukayese edildiğinde Türkiye’nin küresel yönetişime ve özellikle BM sistemine katılımının arkasında hangi  temel motivasyonlar bulunmaktadır ve bu sisteme yaptığı katkıları nelerdir? Buradan hareketle Türkiye, küresel yönetişimde nasıl daha görünür bir sorumlu aktör haline gelebilir?

Ben Avrupa’da Bir Mülteciyim

$
0
0

İdealizmden ve hayalden uzak durarak durumu gerçek ve realist bir yaklaşımla analiz etmemiz ve gerçeklerle mümkün olduğunca daha yakından ilgilenmemiz gerekmektedir.

Bazıları vatanı doğup-büyüdüğü ve eğitildiği yer olarak tanımlar. Bazıları da vatanı, belli siyasi coğrafi sınırları ve bir lideri olan kara parçası olarak nitelendirir.

Bazıları ise, valizimizle alıp taşıdığımız, eşyalarımızla hatırladığımız yer olarak tanımlar.

Bir mülteciye göre vatan yiyeceği bir ekmek ve içi güvenli ve huzurlu bir odadan ibarettir.

İnsanlara vatanın ne olduğunu anlatmadan önce, dinin önce kalplerde sonra camilerde olduğunu öğretmek gerekmektedir. Çoğu insan kendini dini en çok bilen ve yaşayan olarak görürken gerçekte onlar dini sadece Allah’a iman, namaz ve oruç ve hac ibadeti olarak algılamaktadırlar. Aynı şekilde, Arap (Arap milliyetçisi) olmanın zirvesi gerçekten önce insan olmaktır. Sadece insan kostümü giyip vicdanının eksikliğini ötmeye çalışmak değildir.

Biz ancak değer sahibi olduğumuz zaman vatan sahibi olabileceğiz.

Ama gurbette vatanını insanların yüzünde görmen, iyi kıyafetler giymen, yeryüzünün renkleri, senin vatan susuzluğunu doyurmayacak, dedenin evine giden sokağın özlemini bitirmeyecektir. Annenin beyazlamış saçlarının kokusunu unutturmayacaktır sana.

Ramazan ayı bittiğinde ve evler şeker kokusuyla dolduğunda ve annenle babanın namaz kılarken eklemlerinden çıkan sesin özlemini bitirmeyecek. Olmayacak ve olmayacak..

Bu ne biçim bir vatandır ki ben onu taşırım o beni taşımaz. Ben ona kan ağlıyorum.

Bütün bu kalabalığın içinde, ruhum eski evlerin çatlaklarından uzanır ve insanlara ve yasalara ben mülteciyim ben mülteciyim demek ister.

Alın toprakları ve bana yuva olacak bir ev verin.

Uygarlığı alın ve bana bir valiz verin, oğluma bir seyahat verin.

Alın petrolü bana onur verin.

Güneşi alın bana bir mum verin.

Ben mülteciyim, ben mülteciyim…

Doğu halklarından olmamız bir kader miydi?

Kader midir, Tunus’un zeytin diyarı olması, Arap Şam’ın, uygar Bağdat’ın, Muhtar Libya’nın ağlaması kader mi? Tabi ki hayır.

Çünkü siyaset bir kader değil; iş bilmek ve iyi yönetmektir.

Siyaset bir kumar ve gece sohbeti değildir. Çünkü insanların kanı sabah kahvesi değil. İnsanların onuru ve özgürlüğü yediğimiz bir parça bisküvi değildir.

Siyaset bir irade, kararı ise bilgelik ve seçimdir.

Coğrafyamızın bu günlerde yaşadığı, onlarca yıl öncesinden hazırlanan ve bölgenin demografik ve jeopolitik yapısını değiştirmeyi amaçlayan bir plandır. Milyonlarca Suriyeliyi vatanından kovmak bir tesadüf değildir. Yıllardan beri uygulanan bir yol haritasıdır. Irak’ı dini, sosyolojik ve siyasi olarak yıpratan ve uçuruma gönderen de aynı planın diğer parçasıdır.

Libya’yı adeta bir vurguncunun eline ganimet olarak atan bu plan da bir tesadüf değildir.

Tunus’u Cezayir’i yolsuzluğa ve ayrışmaya ve kutuplaşmaya sürüklemek, hatta kendi ülkesinin kıyafetini giyemeyen birine ülke emanet etmek…

Mısır’ın Sina bölgesini kanunsuzluk ve çetelerin elinde kaybolmaya bırakmak bir tesadüf değildir.

Mülteci Olmak

Akla şu soru geliyor: İnsanları mülteci ve mülteci olmayan olarak nasıl ayırırız? Mülteci adlandırması sadece rüzgârlara teslim olan sahte pasaport ile kaçak tekneler ile bir insanın kaçışı mıdır? Yoksa bunun belli bir prosedürü var mıdır?

2015 yılında Avrupa’da patlak veren mülteci krizi bir tesadüf müdür? Söze başlamadan elbette kapılarını Arap sığınmacılara açan ülkelere teşekkür etmek gerekir. Ama sığınmacı diyemiyorum, zira isim duruma göre değişebiliyor.

En iyisi isimlendirmeyi değiştirmemiz olacaktır. Çünkü biz bugünkü halimiz ile Avrupa’da Araplar olarak kalıyoruz, basit bir nedenle mülteci değiliz.

Şimdi de şu Arapların yolculuğunu baştan sona kadar inceleyelim.

Vatanlarından ayrılırlar. Ve umulan cennet aşamalarla başlar. İlk önce Türkiye sonra Avusturya’da biter. Almanya, İsveç, Danimarka vs. girer devreye.

Çoğu sığınmacı için macera, bir ölüm teknesiyle denizden Yunanistan’a geçmekle başlar. Bazıları ölür ve bazılarına Allah hayat bahşeder. Ama bu açıklamadan önce Avusturya’da Viyana yakınlarında çevre yolunda yakalanan mültecilerle dolu kamyon konusuna bir göz atalım. Bu olay, Avrupa’nın yüz binlerce mülteciye kapısını açmasına bir neden olabilir mi? Hele gelenlerin kim olduğunu hiç bilmeden. Kaçak mahkûm mu, terörist mi, hırsız mı, katil mi mühendis mi, doktor mu? Avrupa gerçekten Arap mültecilere yardım etmek istiyorsa neden onları bu zorlu yolculuğu yapmadan Mısır, Suriye, Lübnan, Yemen vs. mülteci ofislerinden alıp direkt Avrupa’ya getirip bu yolculuğun tehlikelerinden kurtarmıyor?

Neden bir milyondan fazla Arap mültecinin bu kadar uzun yolculuğu göze almasını ve özellikle Türkiye’deki bazı çıkış yollarından geçmelerini bekliyorlar?

Elbette bir amaç ve önceden hesaplanmış sonuçları olsa gerektir.

Bu mültecilerin kaçış yolları uluslararası kuruluşlar tarafından görünüyor ve gözlemleniyor. Fakat bu kadar teknoloji varken hiç kimse Türkiye’nin bazı noktalarından, Akdeniz’den, Yunan adalarından İtalya’dan geçişe engel olmuyor ve itiraz etmiyor.

Hiçbir tarafa meyletmeden sadece hakikati anlamak için açık görüş çadırına girelim ve şimdi sesli düşünelim: Avrupa sınırları Türkiye’den itibaren Avusturya ortalarına  kadar tek bir yoldur ve açık durumdadır. Her geçiş noktasında Kızılhaç Avrupa halkından gelen yardımları mültecilere ulaştırıyor, tren biletleri ücretsiz veriliyor, yemek-su ve ilaç bedava dağıtılıyor.

Bu tamamen nedensiz midir? Elbette hayır. Öyleyse biraz nedenlerinden de bahsedelim:

Mesela neden Almanya diğer ülkelerin aksine çok daha fazla mülteci kabul etti? Almanya’nın penceresini içeriden açıp, biraz tersten bakalım.

Almanya’da yeterli sayıda çocuk/öğrenci bulunmaması nedeniyle 1989-2009 yılları arasında 2000 okul kapandı. Almanya’da yılda 850 bin kişi emekli olurken, ancak 800 bin öğrenci okula başlayabiliyor…

Almanya nüfus konusunda ağır bir kriz geçirmekte. Alman halkı artık yaşlanmış bir halk olarak nitelendirilmekte. Zira çocuk sahibi olmaktan uzaklaşan Almanya’da orta yaş üstü nüfus her gün artmaktadır. Ayrıca çalışacak genç eleman sayısı da giderek azalmaktadır. Bu da doğal olarak ekonomiye de etki ettiğinden dolayı Almanya bir alternatif bulmak zorundadır.

Bu nedenle mülteci ve gurbetçi almaktan başka bir çaresi kalmamıştır. Almanya son dönemde Dublin anlaşmasını durdurup, diğer Avrupa ülkelerinde parmak izi olan kişileri bile kabul ederek nüfus eksiklerini, işgücü kaybını kapatmaya çalışıyor. Başka nedenleri de vardır elbette.

Fakat Suriyeliler neden diğerlerinden önce kabul edilmekte ve öncelikle alınmaktadır. Suriyelilerin çoğu bunun insani nedenlerden kaynaklandığını zannetmektedir. Fakat hala Suriye’de acı çeken; hala Türkiye’den çıkmak isteyen çok Suriyeli var. Onlara neden yardım edilmiyor?

Gelen Suriyelilere bakarsak, çoğunun Türkiye’de işlerini idare etmiş, kendi yaşamını kazandığı parayla yürütebilecek kalifiye elemanlar olduklarını görürüz. Fakat çaresiz Suriyeliler hala ülkelerinde mahrumiyet içinde yaşamaktadırlar.

Suriyelilerin Avrupa’ya girişi Avrupalıların Araplara karşı bakışını değiştirdi. On yıldır mülteci işlerinde çalışan birisi olarak artık farklı tipteki mültecilerin karakterini gözlemleyebiliyorum. Ayrıca biz Araplar bir birimizi tanırız fakat batı bizi tanımaz. Yaklaşık iki yıldır kanunsuz olaylarda artış meydana geldi. Maalesef bu durum bütün milletlerden mültecilerin arasında yaşanmaktadır, sadece Araplarda değil.

Ama Araplar her zaman Avrupa’da mültecilerin çoğunluğunu teşkil ederler. Bu yüzden dikkatler hep onların üzerinde yoğunlaşmaktadır.

Avrupa’da yaşayan bir Suriyeli gencin telefonu Avusturyalı gencin telefonundan daha iyidir. Bu durum dikkatleri çeker. Oysa Suriyeli çalışkandır, dil öğrenip hemen topluma karışmak ve ve kazanmak ister.

Yardım alma konusunda da birçok haksız davranışlar sergilenmektedir. Ancak bugün Suriyeliler barınma ve sağlık alanlarında diğerlerinden daha çok haklara sahip olmuşlardır. Iraklılar iş imkanları olmasına rağmen aç kalır ama çalışmaz, çünkü dönmeyi düşünmektedirler. Irak’ta elde edecekleri, Avrupa’da yardım olarak aldıklarından çok daha fazladır. Ancak maalesef Iraklılar da yemek ve eğlenceye para harcamaktadırlar.

Nitekim önce sığınmacı olarak gelen pek çok Iraklı geri döndü, çünkü onlar yaşadıkları gerçeklerden kaçarak değil; adeta turizm amaçlı gelmişlerdi ve istedikleri zaman geri dönüp hayatlarını devam ettirebildiler. Çoğunun gerçek bir geliş nedeni yoktu. Çok sayıda rütbeli asker, tüccar Irak’tan Avrupa’ya gelip sadece farklı bir pasaport almayı hedeflemişti. Çünkü o pasaportla artık istediği deniz ticaretini rahatlıkla gerçekleştirecek, başka ülkelere de geçecek ve hatta o pasaportla Irak’a gidip ailesini ziyaret edebilecekti. Aynı şekilde Suriyelilerden bazıları da benzeri bir yöntemi benimsedi. En trajikomik olay ise bazı Müslümanların sığınmacı olabilmek için Hristiyan olmasıdır.

Durumunu değiştirmeye ve daha iyi bir sosyal seviyeye ulaşmak için çalışmak yanlış değildir. Fakat bu iyi hayat iki de bir karakterimizi değiştirmeye bazen eleştiren, küfür eden ve bazen övgüler yağdıran biri haline gelmemize değer mi?

İlla ki hırslı ve amaç sahibi olunmalıdır. Fakat onur her şeyden önemlidir.

Artık çoğu kişi üzerindeki perde kaldırılıyor, artık herkesin mülteci olmadığı, bazılarının sadece turist olduğu ortaya çıkıyor.

Sen mültecisin hak ve yükümlülüklerin var.

Mülteci önce bir onurdur, sonra bir vücuttur.

O, ileride insan ve ekmek devrimini anlatacak. O bir insanın kahvelerde ve sokaklarda, korku odalarında duyduğu ve onun için denizin zorluğuna katlanıp yola çıktığı “olabilir” vatanları anlatacak.

Yeni bir vatan ararken sanki yeni bir anne arıyor gibiyiz. Neden sınırlar geçilince vatan sevgisi ölsün ki? Peki ya evini yıkıp taşlarıyla düşmana vurmak nedir?

Önceden babaannem gurbetteyim diye bana üzülürdü, şimdi o vatanda ben onlara üzülüyorum.

Öğretmenim bu vatanın bana ait olduğunu öğretti, fakat ben insanlara benim de insan olduğumu öğretemedim. Ben bir mülteciyim.

Tercüme: A. Yasir Feten

 

Küresel ve Körfez Sermayesinin Somali İlgisi: Türkiye ve Katar’ın Konumu

$
0
0

Türkiye, 2011’de Somali’yi gündemine alırken Katar’ın 2012’de Royal Dutch Shell’den hisse satın alması son yıllarda bu ülkeler üzerinden rekabet eden küresel ve mahalli çıkar guruplarının Doğu Afrika’da karşılaşmalarına yol açtı. Bu karşılaşma, son yıllarda Türkiye ve Katar’ın doğrudan hedef alındığı bir rekabet ortamında Somali’nin geleceğini de etkilemekte. Zira Somali için Katar’ın sermayesi ve Türkiye’nin iradesi büyük değer ifade ediyor. Bununla birlikte ortaya çıkan tabloda Batılı şirketlerin Doğu Afrika ve Basra Körfezi’nde çıkarlarını tahkim etme politikalarıyla alakalı olarak bölgede uluslararası krizler yaşanmakta. Büyük yatırımcıların Ortadoğu ve Afrika’da birbirlerinin önünü kesmeye çalışmaları Türkiye’nin bu bölgelerdeki teşebbüslerini doğrudan etkilemekte. Peki, ABD Hükümeti ile yaptıkları görüşmeler akabinde Suudi Arabistan (SA) öncülüğünde Katar’a ambargo başlatan bazı Körfez ülkelerinin kısa süre içinde Somali Hükümeti’ne baskı yaparak Doha ile ilişkilerini kesmesini istemelerini nasıl okumalıyız? Somali – Katar ilişkileri SA ve Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) gibi Doğu Arap ülkelerini niçin rahatsız etmiştir? Bu yazıda zikredilen sorulara cevap aranırken kısaca Türkiye ve Katar’ın Somali’deki girişimlerinin bir kısmına temas edilerek Somali’nin bu iki ülkeden beklentilerini belirleyen faktörler ele alınacaktır.

Türkiye’nin Somali İlgisi

2011’deki başbakanlığı döneminde Sn. R. Tayyip Erdoğan, büyük bir heyetle Somali’ye indiğinde sahada müşahede ettiği üzücü tabloyu döndüğünde ülkede anlatmaya başlamıştı. İftar sofralarından iş toplantılarına kadar muhtelif ortamlarda sürekli Somali’den bahsederek bir yandan Türk iş adamlarını bu ülkeye insani ve ticari yatırımlar yapmaya teşvik ederken diğer taraftan ülkemizdeki insani yardım kuruluşlarını Afrika’ya gitmeleri için destekledi. Bundan sonra her yıl Somali’den Türkiye’ye getirilen gençler Türkiye’nin desteğinde üniversitelerde okutulurken bunlara aracılık eden vakıflar da gerek devletten gerek halktan maddi destekler aldılar.

Erdoğan Mogadişu'da Aden Abdulle Uluslararası Havaalanı'nın Yeni Terminalinin Açılışında

Erdoğan Mogadişu’da Aden Abdulle Uluslararası Havaalanı’nın Yeni Terminalinin Açılışında

Cumhurbaşkanı Erdoğan, 2016’da bu ülkeyi ikinci kez ziyaret etti. Bugün Kuzey Amerika’dan Avrupa ve Afrika’ya dek Somali asıllı toplumların yaşadığı her yerde Türk halkı ve liderleri minnet ile anılmaktadır. Batılı yardım kuruluşlarının Afrika’da Müslüman olmayan fakirlere el uzattıkları kadar Müslüman topluluklara hitap edemedikleri göz önünde bulundurulduğunda, Türk vakıfların Somali’deki insanlara yaklaşımı kısa sürede yerli halkın takdirini kazandı. Türkiye’nin desteğiyle Somali’de limanlar, hastaneler ve okullar inşa edilirken Ankara’nın Mogadişu’daki itibarı arttı.

Kürdistan’dan Doğu Afrika’ya Uzanan Hesaplar

Ülkenin doğu yakasındaki Somaliland yarı bağımsız bir yapıya sahip konumuyla yabancıların ilgisini çekiyordu. Bu ortamda Türk şirketler üzerinden Somaliland’a yatırım planlayan bazı küresel çıkar gurupları da harekete geçtiler. Bu guruplar, Ankara – Londra – Mogadişu üçgeninde yeni bir yatırım alanı olarak yer altı kaynaklarını hedeflediler.

Türkiyeli iş adamı ve Çukurova Gurubu Genel Müdürü M. Emin Karamehmet ve Irak’ta iş yapan Mehmet Sepil’in şirketi Genel Enerji ile İngiliz destekli paravan şirket Vallares PLC, 2011 yılında ortaklığa giderek Genel Energy International Limited’ı kurdular. İngiltere’den banker Julian Metherell (Goldman Sach eski enerji yatırım müdürü) ve BP’nin eski genel müdürü (jeolog) Dr. Tony Hayward’ın desteklediği bu ortaklık, Erbil ile anlaşarak Kuzey Irak’ta 2 milyar dolarlık bir yatırım planlamıştı. Tony Hayward, 2010’da Meksika Körfezi’ndeki BP platformu faciasından sonra Amerika’da halkın nefret ettiği bir isimdi ve tepkiler üzerine Londra’daki makamından uzaklaştırılmıştı. Rothschild’ın desteğiyle kısa süre içinde tekrar sektöre döndüğünde ve 2012’de Londra’daki yeni ofisinden Genel Enerji’yi yönettiği esnada şirketin Londra Borsası’ndaki değeri 3 milyar dolar civarındaydı. Eski makamından ayrıldığında ise ilk defa BP’nin başına Amerikalı bir isim getirilmişti. Vallares, Nathaniel Rothschild’ın 140 milyon dolardan fazla yatırım yaptığı bir şirket olarak Londra Borsası’nda kısa sürede değer kazanmaya başladıktan sonra yatırım danışmanı Tom Daniel’in de katıldığı Genel Enerji ortaklığı ile Irak petrollerine yatırım yapacaktı. ABD’nin Irak işgalinden önce Talabani ile temas halinde Kuzey Irak’ta inşaat işleri yürüten iş adamı Mehmet Sepil, işgal sonrası dönemde Genel Enerji’nin İngiliz – Türk sermaye ortaklığında Kürt petrolüne yatırım yapmasına yardımcı oldu. Sepil, Irak İşgali’nden sonraki yıllarda Iraklı Kürt bağlantıları ve Londra’daki bankerlerle toplantıları sayesinde Irak’ın petrol sektöründe yer almaya başladığında Hayward ve Metherell’in bağlantıları gerekli finans ve teknoloji desteğini sahaya soktu. Şirket, 2012’de Kürdistan Bölgesi’nde günde 40 bin varil petrol üretmeye başladı.

Londra borsasında listelenmesi ve Irak’taki tecrübesinden sonra yaklaşık bir yıl içinde Afrika pazarına yönelen Genel Enerji, 1 milyar dolarlık bir yatırım bütçesi tahsis ederek Ekim 2012’de Somaliland’da petrol ve kömür arama hakkı elde etti. İngilizlerin desteklediği Somaliland, 1991’de Somali’den bağımsız olduğunu ilan etmişti ancak Türkiye her iki Somali bölgesiyle de irtibat halinde kalmaya çalışıyordu.

2016’nın son aylarında Kuzey Irak’ın günlük petrol ihracatı 600 yüz bin varil civarındaydı ve Erbil’in Kasım ayında açıkladığı rakamlara göre Kerkük – Ceyhan boru hattıyla Türkiye üzerinden Akdeniz’e gönderilen petrolün hacmi günlük 587 bin küsür (aylık 17 milyon 600 bin küsür) varil idi. Dr. Hayward, 2012’de aylık 250 bin varil civarında olan bu rakamın birkaç yılda milyonu bulacağını söylerken büyük bir hayalden bahsetmemiş olduğu ortadadır. Şirketin Somaliland’a uzanan planları başlarken Katar üzerinden Doğu Afrika’da proje geliştiren yatırımcılar ve ABD’li bazı çıkar guruplarının hamleleri rekabeti kızıştırıyordu.

Katar’ın Somali Pazarındaki Rolü

2012’deki seçimlerle iktidara gelen Hasan Şeyh Mahmud’un Doha ziyaretleri, seçimlerde Katar sermayesinin kullanıldığı iddialarına yol açmıştı. Aynı yıl Katar’ın Shell hisselerini satın alması ve kısa süre sonra aynı danışmanlık şirketleri vasıtasıyla Somali’de petrol aramak için sahaya girmesi, bazı İngiliz bankerlerin Katar üzerinden Somali’de hamle yapmaya başladıkları yorumuna yol açtı.

Aslında Shell’in Somali’deki sözleşmesi 1991’de başlayan Somali iç savaşından önceye dayanıyordu ve 1988’de Somali ile anlaşan sadece Rothschild finansmanı ile büyüyen İngiliz-Hollanda ortaklığı Shell değil aynı zamanda Amerikalı Rockefeller’ın şirketlerinden Exxon Mobil idi. Exxon Mobil’in on yıl genel müdürlüğünü yapan Rex Tillerson ise yeni ABD Hükümeti’nin Somali politikasına oldukça önem verdiği bilinmektedir.

Kısa süre önce bölgedeki terör örgütü El-Şebab ile mücadele ederken ABD askerlerinin saldırıya uğraması üzerine Amerikan halkı arasında niçin Somali’de asker konuşlandırıldığı sorgulanmaya başlandı. En son filmlere de konu olan 1993’teki Black Hawk Down hadisesinde Mogadişu yakınında Amerikan askerlerinin ölmesinden yıllar sonra aynı bölgede kayıp yaşanmıştı. Askerin Amerikan çıkarları için değil ABD Ordusu’nu kullanan küresel sermaye ve Somali’de rol oynayan Shell’in hedefleri doğrultusunda öldüğünü söyleyenler oldu.

Somali’de Küresel Sermaye Çekişmesi

Ortadoğu’da yeniden şiddetli bir paylaşım yaşanırken Türkiye, 2016’da terörizm ve darbe girişiminin mağduru oldu ve aynı yıl sonunda Başkan Trump’ın ABD’deki altyapı inşa etme politikasına 10 milyar dolar yatırım yapacağını ilan eden Katar da bundan altı ay sonra krizle karşılaştı. Katar’ın Total ile Körfez’deki yeni büyük gaz sahaları için anlaşması, İngiliz bankerlerin yeni projelerdeki odağı olması ve Doğu Afrika’da Suudi ve BAE sermayesiyle rekabet ederken aynı zamanda ABD’li yatırımcıların çıkarlarıyla uyuşamaması Doha’yı baskı altına almış görünmektedir. Nitekim Başkan Trump’ın Somali’ye daha fazla asker yerleştirme politikasına başvurması ve bu ülkede büyük bir istihbarat yatırımı yapması da gene bölgenin artan stratejik değeri ve Amerikan çıkarları icabı Somali’de çıkarılması beklenen muhtemel fosil kaynakların geleceğini kontrol altına alma gerekçesi olarak anlaşılmaktadır.

Eski Somali Başkanı Mahmud ile arası iyi olan BAE’li bazı liderler, Şubat 2017’de Somali’de iktidara gelen Başkan Framajo ile anlaşamamışlardır. İddialara göre bunun sebebi yeni başkanın eski başkan gibi Abu Dabi emirine imtiyaz vermeye yanaşmaması olmuştur. Suudiler ve BAE, Katar’a başlattıkları ablukadan hemen sonra tarafsızlığını ilan eden Somali’ye baskı yaparak Mogadişu’nun kendi saflarına katılmasını isteyip aksi halde Somali’ye giden maddi yardımların kesileceğini bildirdiler. Farmajo ise bu emrivaki teklifi reddettiği gibi Katar’a hava sahasını kullanma izni verdi. Onun bu tavrı şüphesiz Katar’ın Somali’deki nüfuzunu gösterdiği kadar Katar – Shell ortaklığının Modadişu’daki etkisini de göstermektedir. Diğer taraftan global fosil piyasasındaki mevcut konumunu sürdürme gereği olarak BAE liderliğinin ve Suudi Aramco’nun geleceği için Riyad’ın Somali’yi komşularından daha fazla etkilemek için gayret sarf etmekten imtina etmeyeceği görülmektedir. Zira yakın gelecekte Somali’de bir petrol sektörü kurulacaksa bundan pay alacak ülkeler bugün Somali’de ağırlığı bulunanlar olacaktır.

Katarlı ve Türk şirketler üzerinden Kuzey Irak ve Somali topraklarında petrol ve maden yatırımlarına büyük yatırım yapan küresel ortaklı çıkar guruplarından başka Ankara ve Doha’nın desteklediği müteşebbis çevreler de Doğu Afrika’ya alaka göstermişlerdir. Ancak onların bu alakası Riyad ve Abu Dabi gibi bazı Körfez başkentlerinde rahatsızlığa yol açtığı gibi küresel şirketlerin de yakın takibindedir. Zira Paris Antlaşması ile fosil yakıt sektörünü sona erdirip yenilenebilir enerji bağımlısı yeni bir global yakıt sektörü kurmayı hedefleyen küresel çıkar gurupları, fosil kaynakların yakıt dışı olarak petro-kimya sektöründe kullanılmaya devam edeceği bir dünyada hala petrol gibi tabii kaynaklara büyük yatırımlar yapmaya devam etmektedirler ve Somali gibi dünyanın en istikrarsız ve fakir ülkeleri bu yatırımların dışında kalmamaktadır.

Her halükarda umut ederiz ki zikredilen ülkede yabancı yatırımların rekabeti daha fazla gözyaşına yol açmadan yerli halkın eğitim ve sosyo-ekonomik kalkınmasına da katkı sağlar ve genç nesillerin hak arama yolu olarak teröre kucak açmalarının önüne geçilir. Dolayısıyla gerek karşılıklı insanî-manevî çıkarlar ve gerek maddi beklentiler doğrultusunda Türkiye’nin uzun vadeli bir Somali politikası yürütmesinin ciddi zorlukları olduğu kadar makul sebepleri de vardır.

Ortadoğu’da Güçlenen Kolonyal Politikalar

$
0
0

Ortadoğu’da yaşanan kriz ve siyasi gelişmelerde en temel etken İsrail işgali altındaki parçalanmış olan Filistin meselesidir. Irak meselesinden Suriye iç savaşına ve Libya’daki siyasi istikrarsızlığa kadar hiçbir Ortadoğu sorunu Filistin-İsrail meselesinden bağımsız değerlendirilemez. II. Dünya Savaşı sonrası Ortadoğu’da kolonyal dönem sona ermişti. Fakat İngiltere ve Fransa gibi geleneksel kolonyal güçlerin yerini 1948’de kurulan İsrail kolonyalizmi aldı. Bugün Ortadoğu’daki kronikleşmiş anarşik yapının şekillenmesinin temelinde ‘İsrail kolonyalizmi’ faktörü yatmakta. Bu durum bugün Trump’ın ABD başkanlığı ile güç ve hız kazandı. Trump dönemi ile ABD Ortadoğu’da, Obama döneminde gözlemlenen bir kırılma döneminden sonra Neo-concu politikalara hızlı bir manevra ile dönüş yaptı. Bu minvalde en temel nitelikteki dönüş Amerikan-İsrail ittifakının konsolide edilmesidir.

Trump ve Güçlenen ABD-İsrail İttifakı

Donald Trump henüz ABD başkanlık seçimleri öncesinde aday olarak mücadele verirken ABD’nin en güçlü İsrail lobisi AIPAC’le Mart 2016’da yaptığı görüşmede “Biz Amerikan Büyükelçiliğini Tel Aviv’den Yahudi milletinin ebedi başkenti olan Kudüs’e taşıyacağız” diyerek söz vermiş ve bu sözünü birçok kez tekrarlamıştı. İsrail hükümetinin bile mevcut konjonktürde söylemine alamadığı bu iddialı vaat, Trump açısından başkanlığını garantilemek üzere son derece gerekli gördüğü ‘İsrail desteği ve güvenini kazanma’ işlevi görmüştür. İsrail için de uzun vadeye yayılmış büyük bir hedefe açılan önemli bir kapının yeniden aralanmasını sağlamıştır. Bu da İsrail’in nihai hedefi olan tüm Filistin topraklarına sahip olup Kudüs’ü İsrail başkenti yapma fikrini dünya kamuoyunda bir algı haline getirerek meşruiyet kazandırmak üzere bu hedefe doğru alt yapı oluşturmaktır.

Amerikan başkan adayının bunu defalarca dillendirmiş olması, bunun meşru ve haklı bir talep olduğuna dair zihinlerde algı oluşturmak üzere çok anlamlı bir girişimdi. Nitekim bu aday ABD başkanı oldu, Amerikan büyükelçiliğini Kudüs’e taşımadı fakat bahsettiğimiz hedefe doğru yol alınmış oldu. Bugün İsrail’in Filistin’deki işgal uygulamalarını bir adım ileriye götürerek İslam dünyasının gözbebeği olan Kudüs’teki El-Aksa Camiini Müslümanlara kapatma cüretini göstermiş olması bu hedeflenen yeni sürecin başlangıcına işaret etmektedir. Bu süreç 1967’den beri Filistin’de işgalini sürdüren İsrail’in ‘yerleşimci kolonyalizm’den (settler colonialism) nihai kolonyalizme geçiş sürecidir. Krizin sonunda İsrail geri adım atarak Mescid-i Aksa üzerindeki aşırı güvenlik tedbirlerini kaldırmış olsa da, İsrail Dış İşleri Bakanlığı’nın 25 Temmuz 2017’de Türkiye Cumhurbaşkanı’na yönelik olarak yaptığı açıklamada “Kudüs Yahudilerin başkentidir ve gelecekte de öyle olacaktır” ifadesiyle verdiği mesaj, okun yaydan çıktığını ve geri dönüşü olmayan bir yola girildiğinin ilanı gibidir.

Trump göreve başladığından itibaren Ortadoğu’da İsrail ile olan ittifakına bağlılığını ortaya koymuştur. Ortadoğu’yu, İsrail güvenliği ve çıkarlarını koruma temelindeki politikalarla geleneksel siyasete uygun olarak yeniden dizayn etmeye çabalamaktadır. Obama döneminde İsrail’e karşı alınan nispi bir mesafenin hızla kapatılmasına yönelik olarak, öncelikle Obama döneminde başlatılan İran ile ilişkileri normalleştirmeye yönelik politikaya son verilmiştir. Nitekim, Obama döneminde İran ile yapılan Nükleer anlaşma İsrail güvenliği ve çıkarları için tehdit teşkil eden bir gelişme idi ve İsrail’den gelen ciddi itirazlara neden olmuştu.

Trump hiç vakit kaybetmeden “Müslüman Yasağı”nı (Muslim Ban) yürürlüğe koymuş ve yedi ülkenin vatandaşlarına, ülkeyi terörden koruma gerekçesi ile ABD’ye giriş yasağı getirmişti. Bu yedi Ortadoğu ülkesi arasında Obama döneminde terörle ilişkilendirilen Körfez ülkeleri yer almamıştır. Bilakis Trump Suudi Arabistan ile sıkı bir ittifak geliştirerek Ortadoğu’nun en stratejik, enerji ve finans merkezi olan Körfez ayağını sağlama almıştır. Suudi Arabistan liderliğinde geliştirdiği Körfez ittifakı arasında önemli bir link oluşturmuştur. Haziran 2017’den beri devam etmekte olan Katar krizindeki başat rolü ile Trump, Katar’a ambargo başlatan Suudi Arabistan-BAE-Bahreyn-Mısır bloğunun safında İsrail ile birlikte yer alarak Suudi-BAE ve İsrail yakınlaşmasını sağlamıştır.

Ortadoğu’nun bu iki önemli gücü ortak tehdit kaynaklarına karşı ilan edilmemiş bir iş birliği çerçevesinde bölgedeki asli statükonun yeniden tesisini sağlamışlardı. Buradaki önemli hedeflerden biri, İsrail’in Filistin üzerindeki planlarına karşı Suudi Arabistan cephesinden gelecek muhtemel tepki ve itirazların önünü almaktır.

Yerleşimler ve Güçlenen İsrail Kolonyalizmi

İsrail’in Filistin’deki yerleşimci kolonisi 1948’de yerlerinden edilmiş Filistin halkının işgal edilmiş toprakları üzerinde devlet kurması ile başlamıştı. 1948’ten bu yana kadar İsrail’in Filistin’de, Filistin’in tamamını İsrail’e dönüştürme hedefi doğrultusunda tamamen sistematik olarak yürüttüğü işgal sonucu bugün fiilen Filistin devletinin geleceğinden söz etmek neredeyse mümkün değildir. İsrail 1967’den itibaren askeri olarak yönetmeye başladığı Filistin topraklarında sistematik bir yerleşim projesi başlatmıştı. Filistin topraklarının (Gazze ve Batı Şeria) yönetimini Filistinlilere devrettiği 1994’ten itibaren yerleşim projesi hızlandırılarak devam etmiş ve son 50 yılda Batı Şeria’nın %70’i İsrail tarafından yerleşimler yoluyla ele geçirilmişti.

İsrail yerleşimleri

Yerleşimler en küçük Filistin yerleşim birimine kadar nüfuz ederek Filistin ile iç içe geçmiş ve böylelikle Filistin’den ayrılamaz hale gelmişlerdir. %30’luk dar bir alana sıkıştırılmış olan Filistin yerleşim birimleri İsrailli yerleşimler tarafından parçalanmış ve toprak bütünlüğünü kaybetmiştir. En stratejik yerleşimler bugün doğu Kudüs’te gerçekleştirilmekte ve özellikle Harem-i Şerif çevresinde yer üstünde yerleşimler ve yer altında arkeolojik kazı görünümündeki kanallarla Mescidi Aksa kuşatılmaktadır. Bu gidişata dur denilmediği takdirde gerek doğu Kudüs ve gerek Batı Şeria’nın doğal olarak İsrail’e dönüşmesi çok uzun sürmeyecektir.

Dolayısıyla iki devletli çözüm hal-i hazırda geçerliliğini kaybetmiş durumdadır. İki devletli bir çözüme giden yol sadece yerleşimlerin durdurulması ile değil, İsrail’in Filistin topraklarındaki mevcut yerleşimlerini terk etmesiyle mümkün olabilecektir. Obama’nın giderayak BMGK’da İsrail yerleşimlerinin durdurulması yönündeki karar talebine çekimser oyu ile destek vermesi umut verici bir gelişmeydi. Fakat akabinde Trump döneminin başlamasıyla ABD’nin, kolonyalizmine tam destek vermesinden destek alan İsrail her gün yeni bir yerleşim planını meclisten geçirmektedir.

İsrail kolonyalizmi toprak işgalinden ibaret değildir. Filistin nüfusu üzerinde gerçekleştirilen sistematik bir etnik temizlik projesini de kapsamaktadır. Bu etnik temizlik sadece şiddet yoluyla değil, ekonomik, kültürel ve hukuki alanlarda koordineli ve çok boyutlu olarak gerçekleştirilmektedir. Duvarlarla bölünmüş gettolarda adeta açık hava hapishanesinde yaşayan Filistin halkının seyahat etme hürriyeti dahil olmak üzere birçok temel hak ve hürriyetine el konulmuştur. Filistin’i kabul etmeyen İsrail, Filistin kimliğine sahip bu insanları da tanımamaktadır. Filistin toplumu bugün İsrail kolonyalizmine karşı dünya üzerindeki en acımasız varoluş mücadelesini tek başına sürdürmektedir.


Küresel ve Bölgesel Gelişmeler Işığında Kudüs Meselesi

$
0
0

Kudüs, yarım asırdan daha uzun bir süredir İsrail’in ilhak politikalarına maruz kalmakta. İsrail, tavırlarını güvenlik bahanesiyle gerekçelendirmeye çalışmakta ve güç kullanarak bölgenin istikrarsızlığını her geçen gün daha da artırmakta. Son günlerde gündemde olan, İsrail’in Mescid-i Aksa’da sergilemiş olduğu hukuksuz girişimler Kudüs’te yaşanan sorunu derinleştirmekte. Uluslararası toplumun, İsrail’e yaptığı ihlaller karşısında hak ve adalet temelinde karşılık vermemesinin sonucu olarak, sorun daha çok İslam ülkelerinin İsrail’e verdiği tepkilerin gücü nispetinde bir yön arayışına girmekte. Bu anlamda sorunun başlangıcından itibaren birlik içinde bir tavır sergilemekten uzak kalan İslam ülkelerinin, özellikle Arap Baharı’nın devamında yaşanan gelişmeler ve Suriye iç savaşı ile İsrail’e verdiği tepkiler daha zayıf hale gelmiştir. Körfez ülkeleri arasında yaşanan Katar Krizi de, İslam ülkeleri arasındaki ihtilafları derinleştirmektedir. Ayrıca bölgede etkin güç olan ABD politikaları da, Kudüs üzerinde İsrail’in sergilemiş olduğu politikaları doğrudan etkilemektedir.

ABD’nin Ortadoğu Politikası Kudüs’ü Nasıl Etkiliyor?

ABD, Ortadoğu’da mezhebi temelli çatışmalar ve bölge ülkelerinin anlaşmazlıklarını politikalarında etkin bir biçimde kullanıyor. ABD’nin Irak işgalini izleyen süreç, bölgede İran’ın önünü açan gelişmeleri beraberinde getirmişti. Halbuki burada İran’ın güçlenmesinden daha çok öne çıkan, küresel güçlerin İran’ı doğrudan veya dolaylı olarak güçlendirmesi olmuştur. İran, ABD’nin Obama döneminde Bağdat, Beyrut, Şam ve son olarak da Yemen’in başkenti Sana’da belirli bir etki alanı oluşturmuştu. Başta Suudi Arabistan ve körfez ülkelerinin çoğu İran’ın bu etki alanından ciddi anlamda rahatsızlık duymuş, ancak Obama dönemi ABD-Suudi Arabistan ilişkileri bu rahatsızlığı gidermede olumlu bir tablo çizmekten uzak kalmıştı. Suudi Arabistan oluşan bu boşluğu doldurmak için Türkiye ile ilişkilerini ilerlettiği gibi, Rusya ile de daha yoğun bir irtibat kurma eğilimine yöneldi. Ta ki Trump gelene kadar. Oysa ki, Obama güvercinliği ile Trump şahinliği arasında değişmeyen ABD politikaları kendisine taktiksel manevra alanları oluşturmaktadır. Değişen Başkan’ın sınırlı da olsa ABD politikalarında bazı değişikler gerçekleştirmesi de tabi ki mümkün.

Bu bağlamda Trump dönemi ABD Ortadoğu politikası ise, İsrail ile daha yakın ilişkiler kurulacağı sinyalleri verirken; İran’ı yalnızlaştırma politikalarının tekrar revaç bulacağını göstermektedir. Körfez’e bir ziyaret gerçekleştiren Trump’ın, küre etrafında Suudi Arabistan Kralı Salman bin Abdülaziz ve Mısır Devlet Başkan’ı Albülfettah el-Sisi’yi bir araya getirdiği fotoğraf dikkat çekiciydi. Bu fotoğraf ile Obama döneminde zayıflatılan Suudi Arabistan, Trump döneminde desteklenerek İran aleyhine bir zemin oluşturularak eski dengelere dönülmesi mi hedeflenmekteydi? Trump’ın Körfez ziyaretinin hemen akabinde, tarihler 5 Haziran’ı gösterdiğinde Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE), Mısır ve Bahreyn’den oluşan dört körfez ülkesi Katar ile tüm diplomatik ilişkilerini kestiklerini açıkladılar.

Ayrıca ABD, Trump’ın Suudi Arabistan ziyareti öncesi iç savaşın sürdüğü Suriye’de,  Esed rejimini doğrudan hedef alarak Şayrat hava üssünü vurmuş, bölgede hala en etkili güç olduğunu ve herkesin buna göre konum alması gerektiği mesajını vermiştir. Yani ABD, Esed’i devirmemek kaydıyla, Rusya’nın bilgisi dahilinde, İsrail’in kaygılarını gidermeye yönelik Şayrat hava üssünü vurmuştur demek mümkün. Bu olayın ardından İsrail Başbakanı Netanyahu, dünyayı Esed’e müdahaleye çağırmıştır. Yani ABD’nin bir müdahalesi söz konusu olursa, bu durum Suriye’de Esed rejimini devirmekten ziyade İsrail’e destek mahiyetinde Trump-Netanyahu yakınlığının bir sonucu olarak değerlendirilebilir. İran, İsrail açısından bölgede bir tehdit unsuru olarak değerlendirilmektedir. Dolayısıyla kısa vadede bu yaşananlar Ortadoğu’da İsrail’in güvenliği bağlamında okunabilirken, İsrail’in her tehdit addettiği unsurun hak ve hukuk ihlali gözetilmeksizin yaptırımlarla karşı karşıya kalması mümkün görünmektedir. İsrail’in insan haklarına aykırı tüm girişimleri dünyanın gözü önündeyken, İsrail’e destek mahiyetini taşıyan her girişim Mescid-i Aksa’nın temellerini sarsmaya devam edecek, böylece Kudüs’te huzursuzluk sürecek ve Ortadoğu barıştan uzak yaşamaya mahkum olacaktır.

Trump ayrıca, seçim vaatlerinde yer alan terör ve güvenli bölgelerin finansmanını Körfez’deki Arap ülkelerine ödetme sözünü, Suudi Arabistan ile yaptığı 110 milyar dolarlık silah anlaşması ile yerine getirmeye çalışmıştır. Körfez’de başta BAE ve Bahreyn’in Katar ile ilgili anlaşmazlıkları yeni bir gündem olmamakla birlikte, ilişkilerin bu derece gerilmesi ve bu gerginlik sırasında Suudi Arabistan Kralı Salman bin Abdülaziz’in yeğeni olan veliaht Prens Muhammed bin Nayif’in yerine, kendi oğlu Muhammed bin Salman’ı ataması dikkat çekmiştir. Tüm bu yaşanan gelişmeler ABD’nin izlemiş olduğu politikalar temelinde, İsrail’in bölgede tehdit olarak algıladığı güçlerin zayıflatılması şeklinde karşılık bulmuş ve Kudüs, ABD eliyle İsrail’in tahakkümü altına bırakılmıştır. İran açısından, 2011 yılı Suriye iç savaşının mezhep temelli sorunları daha çok açığa çıkarması İsrail-Filistin arasındaki dengede bu döneme kadar ön plana çıkan İran’ın konumunu zayıflatmıştır.

Bölgesel Gelişmeler Kudüs’ü Nasıl Etkiliyor?

Suudi Arabistan’ın ABD ile ilişkilerinin hayati nitelik taşıması Suudi Arabistan’ı İsrail karşısında etkisizleştirmekte ve son dönemde gelen yönetimin belki de İsrail ile ilişkileri sıcak tutmak istediğini düşündürmektedir.  Bununla ilgili Suudi Arabistan’da yeni veliaht ataması ile ilgili de dikkat çekici bilgilere rastlanmaktadır. İsrailli yetkililerin veliaht olarak Muhammed bin Salman’ın atanması için “bundan daha iyisi olamazdı” gibi söylemlerinin basına yansıması ve BAE’nin Türkiye ve Katar’a açık olumsuz tavırları Mescid-i Aksa’da yaşananların Körfez ile ilişkilendirilmesinin yanlış olmayacağını göstermektedir. Hatta bu duruma yönelik Körfez ülkeleri birbiriyle çekişirken, İsrail hukuksuz planlarını Kudüs’te icra ediyor söylemleri sıkça dile getirilmektedir.

Son dönemde mezhebi ayrılıklar ve Trump kıskacı sebebiyle Filistin sorununda gözden düşen İran, ön planda olmak istemeyen Suudi Arabistan ve darbeden sonra belini doğrultamayan bir Mısır varken; gözler Türkiye ve Katar’ın üzerine yoğunlaşmış görünmektedir. Bu perspektiften Körfez Krizi ele alındığında; Katar yüksek mali gücü, Türkiye’nin güçlü desteği ile Pakistan’dan da askeri destek adımı gelmesiyle ambargo ve kısıtlamalara direnç gösterebilmiştir. Bunun yanında diplomatik yollarla çözüm mesajları vermesi ve egemenlik haklarını ihlale yönelik dayatmalara hukuki temellerde karşılık vereceğini söylemesi, Katar’a belirli bir hareket alanı sağlamıştır. Türkiye, Körfez Krizi’nde konuya fazla duygusal yaklaşmamış kendi egemenlik haklarını ihlal edecek (Türk Askeri üssünün kapatılması) taleplerin kabul edilemez olduğunu ve krizi körfez ülkelerinin kendi aralarında diyalogla çözebileceğine işaret etmiştir. Yani yakın ilişkileri bulunan körfez ülkelerinde sadece bir tarafta konumlanmamış, bununla birlikte Katar’a desteğini de güçlü bir biçimde göstermiştir. Suriye’de ilk dönemde yaşanan bazı sıkıntılardan alınan dersler ile hareket edilerek daha pragmatik ve merkezde yer almaya yönelik bir politika izlendiği söylenebilir.

Katar’ın uygulanan ambargo ve dayatmalara karşı, geçmişten gelen çok yönlü geliştirdiği politikaları da kalkan olmuştur. Türkiye gerilimi düşürmede etkin rol oynamış ve tansiyonun biraz düşmesinin ardından, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Körfez ziyareti ile çözüme giden yol daha açık hale gelmiştir. Suudi Arabistan’da bulunan El-Cezire kanallarına uygulanan kısıtlamalar kaldırılmıştır. Tabi ki süreçte dünya dengeleri de etkili olmuştur. Çin’in Körfez İşbirliği Teşkilatı ülkeleri ile ilişkileri ve son olarak “Ortadoğu’daki sorunların temeli Filistin meselesidir” açıklaması Körfez Krizinin Mescid-i Aksa’da yaşanan gerilimden bağımsız olmadığını göstermektedir. Büyük İskender’e atıfla söylenen Ortadoğu’ya hakim olan dünyaya hakim olur anlayışı Aksa’daki İsrail dayatmalarını izaha yetmese de İsrail’in konuya bakışının bir yönünü ifade edebilir.

Körfez Krizi’nde Katar’a destek olan Türkiye ve Pakistan’ın oluşturdukları birliktelik; samimiyetsiz, güç temelli çıkarlara dayalı ittifakların; samimi, karşılıklı çıkarlara dayalı ve ilkesel ittifaklar karşısında tutunmakta zorlanacağına bir örnek teşkil etmiştir. Daha sıcak bir gelişme olarak, Pakistan Başbakanı Navaz Şerif’in görevinden azledilmesi kimi okumalara göre “Yeni İpek Yolu” ülkelerine müdahale olarak yorumlanırken kimi okumalara göre de bölgede yeni bir dinamik oluşturan Pakistan-Türkiye-Katar birlikteliğine vurulan bir darbe olarak değerlendirilmektedir. Bölge halklarının Arap Baharı ile başlayan yeni arayışları devam etmekte olup, bu arayışların henüz kabuğunu kıramadığı ve bu kabuğu kırmak için yapılan her girişimin engellenmeye yönelik etkilere açık olduğu görülmektedir.

Sonuç olarak Kudüs sadece kendi bölgesini değil Doha’yı, İstanbul’u, İslamabad’ı, Şam’ı, Bağdat’ı ve dahi Ortadoğu’yu etkilemektedir. Ortadoğu’da dünya barışını etkilemektedir. Kudüs, dini gerekçelerle temellendirilmeye çalışılan ve hukuksuz politikalar üreten bir İsrail anlayışının tekeline bırakılamayacak kadar önemli kadim bir şehirdir ve Kudüs tüm insanlığı temsilen din ve ırk ayrımı gözetmeksizin barış temelli tüm insiyatifler tarafından korunmalıdır.

Körfez’de Şii-Sünni Diyalogu ve Mukteda Sadr’ın Suudi Arabistan Ziyareti

$
0
0

Seyyid Muktada Sadr’ın Suudi Arabistan’a yaptığı ziyareti değerlendirmeden önce Irak içişleri bakanı Seyyid  El A’raaci’nin yaptığı ziyaretine kırmızı çizgimizi koyalım.

Esseyid A’raaci’nin, Bedrin, Hadi el Amirî’nin ve Kasım Süleymani’nin en önemli adamlarından biri olduğunu herkes bilir ve İran’a temayülünden dolayı kınar. Bu yüzden A’raaci’nin ziyaretinin Bedr’den bir işaret gelmeden yapıldığına inanmak mümkün değildir. Hatta denilebilir ki İran, bu ziyareti Bağdat’tan önce bekliyor ve istiyordu.

Bazıları bu davetin Suudi veliahdı Muhammed b. Selman tarafından Yemen’de alınan başarısızlıkları hafifletme amacıyla yapıldığını zannetmektedir. Fakat gerçek bu değildir. Gerçekte İran’ın kendisi izolasyonu hissetmeye başlamıştır. Özellikle uluslararası, bölgesel ve Ortadoğu’daki parmakların tamamı, İran’in şii-dinî bir kıyafet altında dünyaya ve özellikle İslam alemine terör ihraç ettiğine işaret etmektedir. A’raacînin davete gitmesi Kasım Süleymanî’nin Riyad’a gitmesi kadar olduğundan hiç şüphe yoktur. Fakat görüşmede ne oldu, güçlü taraf kimdi? Kuşku yok ki güçlü taraf Suud tarafıydı. Zira davetin kabul edilmesi karşı tarafı dinlemeye hazır olduğunun bir göstergesidir.

A’raaci’nin dönmesinden sonra Suudi Arabistan Genel Kurmay başkanı General Abdurrahman b. Salih el Bünyan Irak’ ı ziyaret etti. A’raaci’nin ziyaretinde karşılıklı olarak mahkûmların mübadelesi konuşuldu. İran bunun ilk anlaşma olacağını bildiği için A’raaci’ye davete icabet etmesi için yeşil ışık yakarak bu anlaşmanın ardından da sınırların açılması ve bir ticaret anlaşmasının çıkmasını umuyordu.

Öyleyse Suudi Arabistan Genel Kurmay Başkanı siyaseten İran’a tabi olan Irak’ı niçin ziyaret etmeye muvafakat etmiştir?

Gerekçe oldukça basit idi. Yüksek düzeyde bir ziyaretçi İran’a Amerika’nın tekrar Irak’a dönebileceği ültimatomudur. Zira iki taraf arasında açılması planlanan veya tasarlanan sınırlar Amerikalıların gözetiminde ve korumasında olacaktır. Bu durum ise Ürdün ve Suudi Arabistan’a giden milislerin yollarını kapatarak Suriye’ye yönlendirilmesi ile sonuçlanacaktır.

Bir anlamda bu durum, Tel’afer’de İran’ın savaştığı bir dönemde Şii üçgenini oluşturmak isteyen velayet-i fakihin yolunu kesmek olacaktır. Diğer taraftan Velayet-i fakih dünyayı terörle ilişkisinin olmadığına inandırmaya çalışmaktadır. Ancak bu güneş altında rüya görmek gibi bir şeydir. Mesela devrim muhafızlarının Humeyni mezarına saldırarak hedef olduklarını göstermek için oynadıkları başarısız tiyatro İran’ın zaafını göstermektedir. Uluslararası mahfilleri inandırarak sözde teröre karşı oluşumların içinde yer almak istemişlerdir. Fakat kim inanacak? Hiç kimse…

Seyyid Sadr’in Ziyareti

Bütün bunlar bir yana, Seyyid Sadr’ın Suudi Arabistan’ı ziyaretinin başka anlamları bulunmaktadır. Her şeyden önce o, Irak’ta Amerikan varlığına karşı olmakla tanınan bir şahsiyettir. Unutmamak gerekir ki Sadr, Irak rejiminin düşüşünden onlarca sene önce ortaya çıkan dini bir aileden gelmektedir. Kendisi sürgünlerin, komploların ve tankların ürettiği biri değildir. O alim kişiliği ve doğruluğu ile Şiilerin efsanesi olmuştur. Evet kendisine bağlı olanların pek çok hataları, hırsızlıkları, gaspları vs. olmuştur. Fakat onun Iraklıların zihnindeki yeri bütün bu olaylardan ve gelişmelerden farklı bir yer tutmaktadır.

Suudi Arabistan Sadr’a davet gönderdiğinde bu davet, kendi gurubuna veya partisine değil, ailesi ve konumu, dini kişiliği dünyaca bilinen bizzat kendi şahsına olmuştur. Bu yüzden bu ziyareti A’raaci gibilerinin diğer ziyaretlerinden ayrı okumak zorundayız.

Davet kesinlikle önce bir Suud zaferi sonra da Irak Şiiliğinin zaferi olarak görülmelidir. Öyle ki bu asrın başarılarından sayılacak bir zaferdir. Zira bu gelişme bütün düşmanlıkları, husumetleri bir kenara iterek, başkalarının fikirlerini dinleme ve Arapların saflarını güçlendirme yolunda önemli bir adımdır.

Her şeyden önce Irak şiiliği ile Velayet-i fakih anlayışıyla şiileşmişlerin arasındaki farkları bilmemiz gerekmektedir. Zira ikisi arasında büyük uçurumlar vardır.

Suudi Arabistan, Kuveyt’i işgal etmesinden dolayı kendisi ile anlaşamamasına rağmen Saddam’ın düşmesinden önce Irak ile olan iyi ilişkilerini yeniden tesis etmek istiyor. Fakat, kabul etmek gerekir ki Suudi Arabistan, Irak’ın, Arapların arasına dönme istediğinde geç kaldı. Buna rağmen ve yolun zor ve engebeli olduğunu bile bile şimdi bu konuya sıkı sıkıya sarıldı. Zira İran’ın bu yola bir çok mayınlar döşeyeceğinde, araya fitne sokacağında kuşku yoktur. İran’ın ve Velayet-i fakih’in Irak’ta ektiği ve ekmeye devam ettiği mezhepçiliğin oluşturduğu zorluklara rağmen Irak sokağı bu taze havayı solumaya başlamıştır.

Bu ziyaret tamamen tabiidir. Sadr Iraklı bir şahsiyet ve bütün tarafları ile Sünni, Şii, Kürt ve hatta Yezidi Irak toplumunun tamamen bir parçasıdır.

Bu ziyaretin Irak hükümeti ile de ilişkisi yoktur. Irak hükümetinden hiç kimse Seyyid Sadr’a böyle bir ziyareti yaptıramayacağı gibi tenkit de edemez. Irak Şii toplumunun büyük çoğunluğunun onayladığı bir ziyarettir. Bu gecikmiş ziyaret sokak diplomasinin bir sonucudur. Gecikmiş olsa da yapılmamış olmasından çok daha iyidir.

Suudi Arabistan’ın dikkate alması gereken önemli başka bir nokta vardır. O da Hizbu’d-Dave (Davet Partisi’nin) parçalanmışlığıdır. Abbadî ve Malikinin ikisi de aynı partiden olmalarına rağmen, Maliki İran’a; Abbadi ise İran’dan gelen övgülere rağmen, Amerika’ya bağlıdır.

Bağdat-Suudi ilişkilerinin gecikmesinin bütün sorumluluğunu da Suudi Arabistan’a atmamak gerekmektedir. Zira Irak iktidarlarının temsilcileri sürekli Arabistan’ı töhmet altında bırakan sözler ve hatta küfürler etmekteydiler. Fakat şimdi Riyad bunları tamamen arkaya atarak Irak ile yeni bir sayfa açmaya başladı. Öyleyse ufukta siyasi şahsiyetlerden bağımsız ve uzakta, mevcut sorunlardan çıkış için bir girişim, bir ışık gözükmüştür.

Ortada zor bir denge vardır evet. Sünni-Şii soğuk harbi yaşanmaktadır. Evet, ayrıca burada vekalet savaşları da yaşanmaktadır. Ortada barbarlık mevcuttur fakat bütün bu sorunların aşılması, mezhepçi yaklaşımların terk edilerek, Arap kimliğine doğru yaklaşılması da bir zorunluluktur.

İran ve özellikte Irak’taki Davet Partisi Sadr’in ziyaretinin sonuçlarını sömürmeye çalışacaktır. Zira Irak siyasetinde değişiklik yapmak isteyenlere karşı İran’ın değişmez tavrıdır bu. Ancak bu ziyaret, kutsal bir ziyaret olmuştur. Burada katkıları olan herkese teşekkür etmek gerekmektedir. Sadr Suudi Arabistan’dan dönüşte Iraklılar’dan oluşan önemli bir kalabalık tarafından karşılanmıştır. Bu da ziyarete duyulan memnuniyetin ve başarısının delilidir.

Aynı şekilde Suudi Arabistan’da Devlet Bakanı Samir es-Sebhan’ın Sadr’ı karşılamasının tarihi bir anlamı vardır. Kendisi Suudi Arabistan’ın Irak büyükelçisi idi ve o zaman Irak sokağının taleplerine kayıtsız kalmıştı. Bu yüzden geri çekilmesi için benim de içinde bulunduğum guruplar gösteriler yapmıştı. Ancak şunu itiraf etmek gerekir ki, İran’ın teşviki ile Irak sokaklarında ona karşı oluşan tepki bir hataydı. Siyaseti esasında doğru idi fakat içeride bazı yanlış siyasiler ile özensiz ilişkiler geliştirmişti.

Burada şu hususu hatırlatmakta yarar vardır. Irak’ta Sünni hareket doğru bir şekilde yönlendirilmez ise ne Irak’ta ne de Şark’ta asla istikrar sağlanamaz. Şu anda Irak’ta Sünnilerin rolü ya tamamen devre dışı kalmış ya da çok sınırlıdır. Son Sünni işbirliği girişimi, içerisinden gelen bazı engellemelere rağmen oldukça önemli idi ve sürdürülmeliydi. Bu maksatla bu hareketin daha fazla Sünni liderleri de içine alarak aktif hale gelmesi gerekmektedir.

Suudi Arabistan’ın girişimi on yıl gecikmiş olsa da artık Seyyid Sadr ile birlikte yeni bir dönemin başlatılması umudu vardır.

Ben bir Sünni’yim ve diyorum ki, bu ziyaret Irak için bir zaferdir. Bugün Irak toplumu Seyyid Sadr’e geçmişten daha fazla muhtaçtır. Artık İran, Irak‘ın rehinelerin yurdu ve bir kumar sahası olmadığını anlamalıdır. Amerika da artık Velayet-i fakih’in nüfuzunun daha fazla uzamasına imkan sağlamayacaktır.

Bütün Arap dünyası, özellikle Sudi Arabistan, Türkiye, Mısır şunu bilmelidir: Bölgede istikrar Bağdat’tan başlar ve Kudüs ile neticelenir.

İngiltere’nin Yarım Bıraktığı Ortadoğu Siyasetini ABD mi Tamamlamayacak?

$
0
0

100 yıl, insan ömrü için uzun olsa da, tarih için sadece bir sayfadır. Geçen yüzyılda farklı milletlerin, dinlerin ve unsurların barış içinde yaşadığı Osmanlı coğrafyasını parçalara ayırma, işgal etme üzerinde ittifak etmiş bir dünya vardı. Bu harekatın öncü gücü ve büyük ölçüde belirleyicisi olan İngiltere, yeni yüzyılda rolünü fiili olarak ABD’ye kaptırmış görünüyor. Ya da geçen yüzyılda olduğu gibi gizli ittifaklar ile yeni paylaşımlara imza atmış olmalılar ki Türkiye’nin sınırında; Irak ve Suriye ekseninde aleni planlar yapan ABD ye, İngiltere’den ve diğer dünya devletlerinden ses çıkmıyor.

ABD Ne Yapmak İstiyor?

ABD’nin Ortadoğu’daki silahlandırma faaliyetleri dünyanın en doğal işiymiş gibi karşılanmakta. Bu siyaset, bölgesel dengeleri PKK/PYD lehine bozmuş bulunmaktadır. ABD’nin silah deposu haline getirdiği ve fiili asker sevkiyatı yaptığı coğrafya bir yüzyıl önce İngiltere marifetiyle parçalanmış olan Osmanlı toprakları idi. Ama bu coğrafya aynı zamanda bugünkü Türkiye’nin sınırları ve savunma hattıdır. Görülen ve uzun zamandır kulislerde konuşulan o ki dün olduğu gibi bugün de dünya siyasetine egemen güçler topraklarımızda harita değişiklikleri için fiilen harekete geçmiş durumdadırlar. Türkiye’nin sınırlarına yüzlerce tır silah sevkiyatı yapan ABD’ye dünyadan ses seda çıkmamaktadır. Oysa Türkiye bir NATO ülkesidir ve belki de ilk defa bu kadar açık bir şekilde tehdit almaktadır.

Geçen yüzyılda önce Ermeniler üzerinden Sultan II. Abdülhamit aleyhtarlığı,  akabinde Arap milliyetçiliği üzerinden de  İttihatçı karşıtlığı ile şekillendirdikleri Osmanlı düşmanlığı, bir bütün halinde kalabilmiş son İslam coğrafyasını parçalamıştı.  Günümüzde ise bu siyasetin aktörleri olarak bu coğrafyanın kadim unsuru ve gerçekte diğer unsurlar ile binlerce yıldan beri bütünleşmiş Kürtler seçilmişlerdir. Oysa aynı cephe, yaklaşık 40 yıldır bu coğrafyada gerginlik çıkartarak, sözde Kürtlere özgürlük vadeden PKK terör örgütüne tüm Avrupa’da ve ABD’de ofisler açarak desteklemiştir.

Dün nasıl ki, Osmanlı coğrafyası parçalanmışsa bugün de Irak, Suriye, Türkiye topraklarında ayrıştırılan yine İslam kardeşliğidir. Yüz yıldır Arap-Türk düşmanlığı ile uyutulan bu coğrafya insanları son yıllarda da içerde ve dışarda Türk–Kürt düşmanlığı üzerine geliştirilen siyaset ile yeni bir parçalanmışlığın ve çatışmanın eşiğine getirilmiştir. Bu siyaset kendilerince olgunlaşmış olacak ki, fiili işgal durumunun alt yapı çalışmalarını tamamlayarak, sonuç almak için yeni bir kıvılcımın beklentisi içine girilmiştir. Bir kere daha kanla imtihan edilmek istenen bu topraklarda kadim kardeşlik direnci yok edilerek, sözde yeni özgürlükler adına daha küçük parçalara bölmeye yönelik kritik bir süreçte geri sayıma geçilmiştir.

Sorun ve Çözüm

Düşmanı dışarda arayıp kendimizi temize çıkarmak, başını kuma gömüp gövdesi açıkta kalan deve kuşunun saklandığını zannetmesi kadar dramatik bir savunma mekanizmasıdır. Ne yazık ki coğrafyamız kaderini belirleyemedi ve istemediği bir mecraya doğru hızla sürüklendi. Coğrafyamızdaki halkların gönüllerindeki kardeşlik ve tecrübe edilmiş bir arada yaşama becerisine rağmen bölgedeki modern devletler bunu fiiliyata dökemedi.

Bunun sorumlusu, son yüzyılda İslam coğrafyasına hakim olan anlayıştır. Kendi topraklarına Batı’dan bakma gafletinde bulunan elitler ve direksiyon başındakiler yüzyıldır çıkmaz sokaklarda kendi halklarını dolandırıp durdular. Kendilerini yönetmeyi başaramayacaklarına inandırılmış, ve buna ikna edilmiş topluluklar haline getirilen Ortadoğu ve Afrika ülkeleri  bütünüyle Batıya bağımlı hale gelmişlerdir.

Oysa bu topluluklar yüzyıllar boyunca kendilerine olduğunca adil bir yönetim sunan Osmanlı üst kimliğine saygı görerek, ötekileştirilmeden, millî kimliklerini de muhafaza ederek yaşama tecrübesi kazanmışlardı. “Millet Sistemi” olarak adlandırılan Osmanlı Yönetim Sistemi, bünyesinde barındırdığı farklı milletlerin, kavimlerin, ne dinlerine ne de dillerine müdahale etmeyerek kendi sistemi içinde uyumlu ama özel alanda tamamen özgür bir yaşam alanı sunmuştur. Devlet yönetiminde ehliyet sahibi olan her kişi, din ve soy ayrımı yapılmaksızın değerlendirilmiştir. İşin sırrı adalet ve işi ehline vermekte idi. Sistemin çökme sebebi ise bu kavramlardan uzaklaşmak olmuştur.

İslam coğrafyasındaki ülke isimleri farklı da olsa Müslümanların çocuklarına koydukları isimler, kutsal mekanları ve nihayetinde geçmişleri ortaktır. Fakat maalesef Osmanlıyı parçalayan zihniyet aynı zamanda Müslüman toplumların altına sığındıkları müşterek çatıyı çökertmekle kalmamış, müşterek geçmişlerini de yarattıkları algılar ile yıkmışlardır. Ancak Batı medeniyetinin bütün albenisine rağmen uyguladıkları çifte standartlarına şahitlik etmiş mazlum doğu toplumları başlarına gelen bu felaketlerin arkasındaki senaryoyu artık anlamaya başlamışlardır. Zaman zaman kişilerin değil, devlet denilen aygıtların dışardan güdümlü işbirlikçilerinin attıkları düşmanlık tohumlarıyla, her türlü imkan kullanılarak, ne Türk, ne Kürt, ne de Arap halkının kabul etmeyeceği karşılıklı ihlallere sebebiyet veren çatışma ortamları hazırlanmıştır. Geçmişte Ermeniler ve Araplar üzerinden sahnelenen oyunun aynısı günümüzde Kürtler üzerinden oynanmak istenmektedir. Bugün bu oyunun farkında olan Kürt halkı ABD’nin tezgahladığı ve patlak vermesi an meselesi olan kanlı oyunun bir parçası olmayacaklardır.

Osmanlı coğrafyasında kurulan devletler yüzyıldır refah ve huzur göremedikleri gibi batılıların kendilerine sunduğu demokrasi ve özgürlük vaatleri de gerçekleşmemiştir. Bölge savaşları ve çoğu zaman kendi topraklarında yaşayan halklara karşı sürdürülen devlet terörünün bir türlü nihayeti gelmemiştir. Bu süreç ajitasyona açık hale gelen, sinir uçlarıyla yüz yıldır oynanan toplumları ufak kıvılcımlarla infiale sürüklemiş ve sözde Arap Baharı denen yeni kanlı bir sürecin başlangıcı olmuştur. Asıl maksat, yeni düşmanlıkların oluşturulmasıdır. Bölgeyi daha da küçük parçalara ayrıştırarak silah ve askeri teçhizatla donatıp, kendilerine taşeronluk yapacak, menfaatlerini gözetecek, Batı kuklası yeni devletçikler oluşturmak olan bu sürecin de sonuna  gelinmiştir. Coğrafyamızın insanının bu güne kadar yaşadığı acılarıyla, çektiği ıstıraplarıyla,  döktüğü gözyaşlarıyla edindiği tecrübesi onu birlikte geleceğe taşıyacaktır. Dolayısıyla İngiltere’nin kötü mirasını bu sefer ABD tamamlayamadan geldiği gibi geri gidecektir.

Nevaz Şerif, Müesses Nizam ve Çalkantılı Pakistan Siyaseti

$
0
0

Pakistan’ın beş üyeli Anayasa Mahkemesi 28 Temmuz 2017 Cuma günü tarihi bir karar yayınlayarak Pakistan Başbakanı Nevaz Şerif’i görevinden azletti. Şu ana kadar Pakistan’ın başına gelmiş 18 başbakanın hiç biri de doğrudan ve dolaylı pek çok müdahale nedeni ile normal siyaset içerisindeki beş yıllık görevlerini tamamlayamamıştır. Dahası Pakistan demokrasisi Hindistan gibi bölgesel emsalleri ile karşılaştırıldığında oldukça kırılgandır ve ulusal veya uluslararası aktörlerce yaratılan şoklara karşı daima korunmasızdır. Böylesi aktörlerden biri de bir takım üst düzeyli devlet yetkililerini ve onların dünya genelindeki akrabalarını ima eden Panama Belgeleri olmuştur. Sızdırılan bu belgelerde Nevaz Şerif’in ailesinin de gelirleri ile orantısız bir şekilde offshore hesapları olduğu belirtilmektedir. Bu durum muhalefet partilerinin ve “Müesses Nizam”ın Nevaz Şerif’in başbakanlıktan azledilmesi hususunda yargı üzerinde baskı oluşturmasına imkân vermiştir. Ne var ki Nevaz Şerif’in politikadan azledilmesi veya rüşvet suçlamaları nedeni ile kovulması ilk olmamıştır. Şerif geçmişte de bir çok kere suçlanmış ve sonrasında aklanmıştır.

Bu durum değerlendirmesi Pakistan siyasetinin özelliklerini müesses nizamı neyin oluşturduğuna ve Pakistan siyasetinde nasıl işlediğine; Nevaz Şerif’in politik gelişiminin evrimine ve onun müesses nizamla zaman zaman yaşadığı çatışmalara ve de mevcut azlin Nevaz Şerif’in önceki mücadeleleri ile nasıl ilişkilendirilmiş olabileceğine özel bir vurgu yaparak konuyu bir çerçeve etrafında ele almayı amaçlamaktadır. Meseleler Pakistan siyasetini bir çok meşru ve gayri meşru paydaşlar arasında yaşanan sürekli mücadelenin bir arenası olarak gösteren genel resmi sunmak şeklinde açıklanmaktadır. Benzer bir şekilde, bu şiddetli mücadelede yargının muğlak rolü de ana hatları ile özetlenmektedir.

İran’ın Enerji Kaynakları ve Küresel Rekabet

$
0
0
İran’ın bölge ülkeleri ile olan ilişkileri daha doğrusu problemleri genel olarak İran’ın Şiilik üzerinden geliştirdiği yayılma politikaları üzerinden incelenmektedir. Çoğu kere Ortadoğu ülkeleri de kendi ikili veya çok taraflı ilişkilerinde veya müttefiklerinden soruna böyle bakılmasını istemektedir. Tabii olarak çapraz ilişkilerde beklenmeyen uyumsuzluklar ve anlayış farkları ortaya çıkmaktadır. Kuşkusuz bunun ana nedenlerinden biri İran’ın vazgeçilmez enerji rezervlerid...

Kenya’da Seçimlerin Hatırlattıkları: Küresel Yatırımcılar ve Kırılgan Siyaset

$
0
0

8 Ağustos’ta Kenya seçimleri esnasında yaşananlar, Doğu Afrikalıları ve bu ülkede yatırım hedefleyen küresel oyuncuları yakından ilgilendiriyordu. Zira her seçim sonrası olduğu gibi sonuçları kabullenmeyen bir kitle sokağa dökülmüş ve polisle çatışmaya başlamıştı. Bu tabloda, Kenya’nın geçmişini bilenler 2007 seçimleri sonrası ortalığın nasıl kan gölüne döndüğünü hatırlayacaklardır. Peki, son seçimlerde galip gelen Kenyatta ile seçimi kaybeden Odinga’nın temsil ettiği gurupların Kenya siyasi tarihindeki yeri nedir? Bu yazıda bu sorular üzerinden kısa süre önce ülkede keşfedilen petrol sayesinde ülkenin küresel siyasette artan stratejik önemine ve Çin’in Doğu Afrika politikasında Kenya’nın konumuna ve de özetle ülkenin yakın siyasi geçmişine bakılacaktır.

Sahraaltı ülkelerde asırlarca siyasi ve sosyo-ekonomik teşkilatlanma kabileler üzerinden şekillenmiştir ancak bu hakikat Afrikalı toplumların zaruri teşkilatlanma ihtiyacı ve güçsüz devlet şartlarına bağlı olarak gelişmiş bir vakıadır. Dolayısıyla Afrika’yı anlamayanların zannettiği gibi sadece basit bir kabilecilik meselesi olmayıp kendi zemininde bir mantığa sahiptir. Nihayetinde eski kolonyalistlerin Afrika’dan çekilirken bir millet olmayan farklı kabileleri bir ülke sınırları içine yerleştirip tek millet olmaya mecbur bırakmasıyla doğan sıkıntılar bugünlere kadar devam etmiştir. Hal böyle olunca Afrika’da oyun kuran büyük aktörler bu gerçeğe göre strateji geliştirmektedirler. Afrika’da uzun vadeli yatırımlar planlamak bu zeminin iyi tetkik edilmesine bağlıdır. Çin’in Afrika araştırmalarında hızla derinleşmesi ve ilerlemesi de bu kıtadaki dev yatırımlarının icabıdır.

Kenya Petrolleri ve Çin’in Doğu Afrika’daki Yatırımları

İngilizler, 20. yüzyıl başlarında dünyanın pek çok yerinde olduğu gibi Kenya topraklarında da petrol ve değerli maden arama faaliyetlerinde bulundular. Ancak o günkü imkânlarla Kenya’da hedefe ulaşılamadı. İngilizlerin yüzünü güldüren gelişme 2012’de Tullow Company’nin Turkana Bölgesi’ndeki sondaj sonuçları oldu. Böylece son yıllarda Kenya bir petrol üreticisi ülke olmanın hayalini yaşamaya başladı ve görünüşe bakılırsa ülke siyasetini belirleyecek en mühim gerçek bundan böyle (en azından bir süre) fosil kaynakların varlığı olacaktır. Nitekim bazı komşu ülkelerde de tespit edilen fosil kaynakların paylaşımı için küresel ortaklıkların kurulması bunu göstermektedir.

2011’de Albert Gölü bölgesindeki petrol sahasında İngiliz Tullow’dan hisse satın alan Total ve Çinli şirket Cnooc, Fransız ve Çinlilerin Doğu Afrika enerji piyasasındaki hareket sahalarını genişletmiştir. Tullow Şirketi’nin Kenya’dan önce kuzeydeki komşu Uganda’da keşfettiği petrolü Okyanus kıyısındaki tankerlere ulaştırmak için gerekli olan boru hattının Kenya üzerinden geçirilmesi ve Uganda’nın Hint Okyanusu’na bu şekilde bağlanması hedefleniyordu. Bu ortamda Kenya’nın stratejik değeri kat kat yükselmişti. Nairobi, denize kapalı kuzey komşularının petrolünü ve yeni keşfedilen kendi petrolünü sahile bağlamak için döşenecek ortak boru hatlarının kendi topraklarından geçmesi için çabalarken Uganda ile anlaşmıştı. Nairobi – Kampala işbirliği ile iki ülkenin ortak çıkarlarda buluşmasını sağlıyordu. Ancak Kenya’nın güneydeki komşusu Tanzanya alternatif bir güzergah için Uganda ile anlaşınca Uganda – Kenya petrol hattı ortaklığı sona erdi. Son birkaç yıl içinde Uganda’da Total’in Tullow’dan satın aldığı hisselerle yüksek paya sahip olması ve Fransızların boru hattı için Kenya haritasını değil Tanzanya’yı tercih etmesi sonucu Uhuru Kenyatta, Nisan 2016’da Paris’i ziyaret ederek temaslarda bulunmuş ve bu dönemde Uganda petrol sevkiyatı meselesi Kenya – Tanzanya arasında gerilime yol açmıştır. Zira Kenyatta’nın Fransa ziyareti boru hattı meselesinde Kenyalıların istediği sonucu vermediği gibi Uganda – Tanzanya hattı projesi sahaya inmeye hazırlanmaktadır.

Kenya’nın bir diğer komşusu Somali’de yapılan fosil arama faaliyetleri ve aynı zamanda denize kapalı ülke Etiyopya’da sürdürülen arama faaliyetleri de Doğu Afrika’nın geleceğine etki edecektir. Önümüzdeki yıllarda Etiyopya’da petrol bulunması halinde bu ülkenin denize açılması Somali veya Somaliland üzerinden hesaplanabilir. Böyle bir durumda Etiyopya’yı Cibuti üzerinden Kızıl Deniz’e bağlayan Çin destekli demiryolu güzergâhına paralel bir hat da muhtemelen gündeme gelecektir. Nitekim Etiyopya – Cibuti demiryolu hattı Ocak 2017’de hizmete açılmıştır ve 3,5 milyar dolara mal olan bu demiryolunun yüzde 70’ini Çin Exim Bank’ın karşıladığı ifade edilmiştir.

Uganda – Kenya ve Uganda – Tanzanya güzergâhlarında inşa edilmesi planlanan yeni enerji hatları ve otoyollardan başka Güney Sudan’dan çıkarılması hedeflenen kaynakların Kenya üzerinden Okyanus’a bağlanması gibi hedefler Doğu Afrika’nın stratejik (enerji hatları üzerinden) yeni sınırlarını çizmeyi hedefleyebilir. Küresel ortakların anlaşması veya anlaşmazlığına bağlı olarak bölgedeki ülkelerin sınırlarının değişmesi sürpriz olmayacaktır. Sudan ve Somali bunun bariz misalleridir. Ayrıca yeni projelerin finans kaynağını üstlenmek ve idare etmek için diplomatik ve lobi faaliyetleri yürüten ülkeler arasında Çin’in hayli iddialı girişimleri dikkat çekmektedir. Çin’in teşebbüsleri, Batılı oyuncuların bölgedeki projelerine mali kaynak sağlayarak yardımcı ve ortak olması yönüyle bir anlamda olumlu karşılanırken Pekin’in uzun vadede dümeni iyice ele geçirme ihtimali endişelere de mahal vermektedir.

Sudan, Tanzanya ve Etiyopya’da iç bölgeleri sahile bağlayan Çin destekli demiryolları hizmet vermeye başlamıştır. Benzer şekilde Çin’in finans ve teknik desteğiyle yeni Mombasa – Nairobi demiryolu hattının inşaatı devam ediyor. Çin’in bölgedeki hedefi Güney Sudan – Uganda – Kenya demiryolu projesi ile denize kapalı iç bölgelerdeki ülkelerin başkentlerini ve petrol bölgelerini Kenya üzerinden Hint Okyanusu sahiline bağlamaktır. Bu projeler sadece bölgedeki Çin destekli ticari hareketliliğe yardımcı olmakla kalmayıp petrol boru hatları inşa edilmeden önce enerji kaynaklarının bir kısmının demiryollarıyla sahile bağlanmasına da katkı sağlayabilir.

Kenyalı Siyasi Figürler: Kenyatta ve Odingaların Liderliğinde Kikuyu – Luo Çekişmesi

Kenya’nın “kurucu babası” olarak kabul edilen ilk cumhurbaşkanı Jomo Kenyatta, aslen Nairobi’ye yakın bir bölgedeki Kikuyu Kabilesi’nden gelmiştir. Bu kabile, büyük ölçüde İngiliz misyonerler eliyle Hıristiyanlaştırılmıştı. Ülkenin medeni olan sahil kesimi, sahilli anlamına gelen Sevahili (Swahili) halkının ekseriyeti Müslüman idi. Bölgeye gelen ilk Avrupalı misyonerler ve şirketlerin temsilcileri önce Sevahili halkı arasında yerleşip burada rahatça yaşamış ve bunların dilini öğrendikten sonra Kenya toprakları üzerinde misyonlarını icra etmeye başlamışlardır. Zira bölgenin lingua franca’sı Sevahili diliydi ve bu lisan aynı zamanda Kenya, Uganda ve Tanzanya’nın da resmi dili idi. Zamanla Church Mission Society gibi İngilizlerin desteğindeki misyoner cemaatlerin faaliyetleriyle Hıristiyanlaştırılan göçebe kabileler eğitilerek merkeze çekilirken eskiden beri bölgeyi elinde tutan Müslümanlar çevreye itilmiştir. Dolayısıyla bugün Kenya siyasetinde sözü geçen kabileler ve liderler İngiliz kolonyal idaresinin ve eğitim kurumlarının bakiyesidirler.

Ülke tarihindeki meşhur Mau Mau İsyanı, 1950’li yıllarda Jomo Kenyatta önderliğinde Kenya topraklarına yayılmaya başladığında İngiliz idaresindeki Kenya Colony’de polis ile Kikuyular arasında şiddetli çatışmalar patlak vermişti. İngilizler, Kenyatta’yı tevkif edip hapse attılar. Ortadoğu ve Afrika’da İngiliz ve Fransız sömürgelerinde kendine yer açmaya başlayan yeni küresel güç, ABD’nin Afrika girişimcileri Kenyatta’nın hapisten çıkmasını desteklemişlerdi. Nihayetinde İngilizler Mau Mau liderini serbest bıraktılar ve koloniye hürriyet verirken ülkenin “kurucu babası” sıfatıyla ilk cumhurbaşkanı olmasını seyrettiler. Nitekim “kurucu baba” döneminde Nairobi’nin Londra ile ilişkileri gayet iyi seyretmiştir.

Jomo Kenyatta’nın yeni bağımsız olan ülkenin başına geçmesi, bir zamanlar vahşi bir topluluk olarak görülen ve beyaz adamın eliyle “medenileştirilen” Kikuyular arasında “büyük zafer” olarak görülüyordu. Ancak ülkedeki diğer kabilelerin her biri (farklı bir siyasi parti gibi) Kikuyu iktidarına açık veya gizlice muhalif idiler. Kikuyular ile iktidara ortak olan kabile Luolar idi. Ülkenin en nüfuzlu kabilelerinden Luo Kabilesi, eski ABD Başkanı H. B. Obama’nın dedesi Onyango Hüseyin Obama’nın kabilesi olduğu gibi Kenya siyasetinde mühim yer tutan Odinga Ailesi’nin de kabilesidir. Kenyatta döneminde KANU partisi üzerinden ülkenin tüm müesseselerinde Kikuyu – Luo ittifakı hakim konuma gelmişti. Ancak Kenyatta’dan sonra 1978’de ülkenin ikinci cumhurbaşkanı olan Daniel Arap Moi döneminde durum değişmeye başladı. Aslen Kalenjin Kabilesi’nde gelen Moi, Kikuyu – Luo ittifakına karşı diğer kabilelerin ittifakını temsil ediyordu.

Moi’nin bağımsızlık öncesi ve sonrası ülkedeki tüm hareketlerinin İngiliz istihbaratınca yakından takip edildiği İngiliz arşivlerinde kayıtlıdır. Bu elbette tüm diğer siyasetçiler için de geçerliydi. Dolayısıyla Nairobi’de iktidara gelmeye aday olanlar gerekli krediyi ancak İngiltere ve sonrasında ABD’nin Doğu Afrika’daki çıkarlarına uydukları takdirde elde edebilirler ve iktidara gelebilirlerdi. Bununla birlikte Moi, Kenyatta gibi ülkenin tüm farklı kesimlerini idare etmekte mahir değildi. Kenyalı Müslüman toplumu da Moi’den çok rahatsızdı. Zira O’nun döneminde daha fazla köşeye itilmişlerdi. (Kenya’nın kuruluşundan beri ülkede Somali asıllı Müslümanların ve zamanla Selefileştirilen Müslümanların bir kısmı kendilerini dışlanmış hissettikleri için marjinalleşmiş ve radikalleşmişlerdir.) Kikuyular ve Luolar ise iktidarın ellerinden gidişine “ülke elden gidiyor” propagandasıyla direndiler ve nihayetinde 1982’de ülke tarihindeki ilk darbe teşebbüs vuku buldu. Kenya Hava Kuvvetleri’ni kullanarak Moi’yi devirme girişiminde bulunan darbeciler kısa sürede bertaraf edildiler ve bunlara destek verenler tespit edilip çok sayıda gözaltılar ve tutuklama işlemi başlatıldı. Tutuklananlar arasında (son iki seçimin kaybedeni Raila Odinga’nın babası) J. Oginga Odinga da vardı.  Bu hadiselerden sonra Moi, iktidarını korudu ancak düzeni toparlamak adına reformlar yaptı.

Kikuyu – Luo işbirliği, Moi’nin döneminden itibaren bozulup rekabete dönüştüğünde Kenyatta Ailesi ile Odinga Ailesi bu işe öncülük etmiştir. 2002’de iktidara gelen ülkenin 3. cumhurbaşkanı Mwai Kibaki, Kikuyulardan idi. 2007 seçimleri, Luo Kabilesi ve Kikuyu Kabilesi arasındaki iktidar mücadelesiyle Kenya siyasetinin en kanlı dönemlerinden birine yol açmıştır. Seçim sonrasında Kibaki’nin iktidarı devam ederken R. Odinga ile Luolar başbakanlığı ele geçirdi. Aslında ülkede başbakanlık makamı yoktu ancak şiddeti durdurmak ve Kikuyu – Luo çekişmesini sonlandırmak için oluşturulmuştu. Makam, 2013 seçimlerinden sonra tekrar kaldırıldı. Odinga, 2013’teki seçimlere aday olarak girdiyse de seçim sonrasında ülkedeki Kikuyu iktidarı devam etti. Kikuyular bu kez Kenyatta ailesi üzerinden iktidarı sürdürdüler. Uhuru Kenyatta, 4. Kenya Cumhurbaşkanı, olmuştu. (“Uhuru”, Arapça “hürriyet” kelimesinin Sevahili dilindeki telaffuzudur.) Baba Kenyatta, rakibi baba Odinga’yı Moskova ile temaslarından ötürü “komünistlerin uşağı” olmakla itham ediyordu. Günümüzde “komünizm” yerine “kapitalizm” kelimesiyle oğul Kenyatta ile oğul Odinga arasında benzer ithamlar siyaset dilinde kullanılmaya devam etmektedir. Böylece son dönemde Kenya seçimleri tüm bu tarihin devamı olarak gerçekleşmiş ve Odingalar liderliğindeki gurup Kenyattalar liderliğindeki guruba karşı bir kez daha kaybetmiştir.

ABD’nin Doğu Afrika ülkelerini istihbarat alanında daha yakından takip etmeye başladığı ve bölgedeki askeri konumunu tahkim ettiği görülmektedir. 1998 – 2003 arasında ABD başkanları Uganda’yı iki kez ziyaret ederken 2000 – 2013 arasında Tanzanya’yı üç defa ziyaret etmişlerdi. Kenya’yı ziyaret eden ilk başkan ise (2015) Kenya asıllı Obama oldu. D. Trump döneminde Amerikan Hükümeti ile işbirliği halindeki şirketlerin bölgedeki enerji politikalarının gölgesinde ülke sınırları değişebilir mi? Derin ortaklıklar veya rekabetin gelişimine bağlı olarak bu ve benzeri soruların cevabı ortaya çıkacaktır.

Bugünkü Afrikalı siyasetçiler, dünkü Avrupalı misyoner cemaatlerinin okullarında eğitim görmüşlerdir. Müslüman halk arasında ise “ıslahatçı” bir gurubun etkisi göze çarpmaktadır. Sahra altındaki Müslümanlar arasına Suudi Arabistan’ın desteklediği Selefi eğitim mantığı ile yeni nesil genç ve heyecanlı bir din adamı sınıfının Afrikalı Müslümanlar arasında yayıldığı görülmektedir. Keza İran, Afrika siyasetinde Şii insan kaynağı oluşturma politikası gütmektedir. Her iki görüşten uzak Türkiye’nin Afrikalı Müslümanlara nasıl bir şekilde yaklaşması gerektiği de etraflıca mütalaa edilmeye değer bir meseledir. Bununla birlikte Türk hükümetinin tüm heveslerine ve teşviklerine rağmen (elbette kendilerince haklı sebeplere de bağlı olarak) Türkiyeli dev şirketlerin hala aktif bir Afrika hedefinin bulunmaması dikkat çekicidir.

İdlib’de Dengeler, Türkiye’nin Öncelikleri ve Afrin

$
0
0

2016 yılı Aralık ayı sonunda Esed rejimine bağlı güçler ve İran tarafından Suriye’ye gönderilen mezhepçi milis örgütler, Rusya’ya ait savaş uçaklarının destek verdiği geniş çaplı operasyonla aylardır kuşatma altında tuttukları Halep’in merkezi semtlerini muhaliflerden geri aldılar.

Uluslararası hukuka göre yasak olan napalm, fosfor, misket ve kimyasal bombaların kullanıldığı operasyon sonucunda binlerce kişi hayatını kaybetti, çok sayıda sivil İdlib ve Türkiye’ye göç etmek zorunda kaldı. Kent ise harap oldu.

Muhalifler, Halep’in neden kaybedildiği konusunda uzun süre tartıştılar, her grup bir diğerini suçlarken, tartışmalar silahlı devrimci gruplar arasında bölünmeye neden oldu. Aslında Halep düşmeden önce de muhalifler birlik sayılmazdı ama Halep’in düşüşü muhalifleri geri dönülmesi zor bir parçalanmaya itti.

Muhaliflerin Halep düşmeden önce atadığı genel komutanı Ebu el-Abd, Halep’in neden düştüğüne dair açık yüreklilikle bir açıklama yaptı. El-Abd, Ağustos ayında muhalefet güçlerinin Halep kuşatmasını kırmasının ardından, rejim güçlerinin tekrar Halep’i kuşatması sonrası yaşanan çatışmalarda, Ahrar el-Şam ve Feth’ul Şam’ın (Nusret Cephesi) elindeki bütün silahları kullanmasına karşı bazı grupların silahlarını depolarda tuttuklarını söyledi. Muhalif komutanın söylediğine göre birçok muhalif savaşçı da mevzilerini terk etmişti.

Esed rejimi ve Rusya’nın Halep’e yönelik şiddetli operasyonu devam ederken siyasi muhalefet rejimle yürüttüğü Cenevre müzakerelerinde hiçbir ilerleme kaydedememişti. Şubat-Mart 2017’de yapılan yeni Cenevre müzakerelerinde de hiçbir ilerleme kaydedilemedi. Türkiye ve Rusya, muhalefeti Kazakistan’ın başkenti Astana’da yeni görüşmelere davet etti. Görüşmelerde Türkiye, Rusya ve İran’ın garantörlük yapacağı bir ateşkes ilan edildi fakat ateşkes uygulanamayınca bazı muhalif gruplar siyasi görüşmelerin tamamen terk edilmesi gerektiğini savundu.

Siyasi muhalefetin de askeri muhalefet kadar bölünmüş olduğu ifade edilebilir. Kahire, İstanbul ve Riyad’daki siyasi muhalif ve grupların yanı sıra kendisini muhalif olarak tanıtan Moskova’da mukim başka bir grup daha var. Bütün bu gruplar, önümüzdeki günlerde Riyad’da toplanarak uzlaşı arayacaklardır.

Türkiye-İran, Suudi Arabistan-İran ve Türkiye-Rusya arasında son zamanlarda mülahaza ettiğimiz yakınlaşmalar, söz konusu ülkelerin kontrolündeki muhalif grupları nasıl etkileyecek ya da bu grupların uzlaşmasına yeterli olacak mı? bekleyip göreceğiz.

Öte yandan, Halep’in düşmesinin ardından askeri muhalefet yeniden birleşmeyi denedi. Feth’ul Şam, el-Kaide’den ayrılarak askeri gruplara birleşme çağrısı yaptı. Nureddin Zengi Tugayı, Liva el-Hak, Ceyş’ül Sünne, Ensar el-Din ve Ahrar el-Şam ittifaka katıldıklarını duyurdu ve Tahrir el-Şam Heyeti adı altında yeni bir ittifak oluşturuldu. Fakat Ahrar el-Şam son dakikada ittifaktan çekildi. Ahrar el-Şam’ın ittifaktan çekilmesi iki grup arasında gerilime yol açtı ve İdlib’i yöneten gruplar arasında ayrılık baş göstermeye başladı.

Bu gerilim, son olarak Temmuz ayında yaşanan Ahrar el-Şam-Tahrir el-Şam çatışmasıyla kendini gösterdi. Bu çatışma sonucunda uluslararası toplum tarafından “Terörist” olarak nitelenen bazı grupları barındıran Tahrir el-Şam’ın İdlib’in büyük kısmına hakim olması, hem İdlib’i uluslararası güçler nezdinde meşru bir hedef konumuna oturtuyor hem de İdlib ile sınır kapısına sahip olan Türkiye’yi zor durumda bırakarak seçim yapmaya zorluyor.

İdlib, Halep Olur mu?

Sahadaki durum pek iç açıcı değil, Halep’in düşmesinin ardından Hama’nın kuzey kırsalında muhalif gruplar tarafından başlatılan operasyonlarda muhalif gruplar kent merkezine 9 km mesafedeki Kumhane köyüne kadar ilerledi, fakat tam bu esnada IŞİD terör örgütüne yakın Cund’ul Aksa grubu ile yaşanan çatışmalar ilerleyişi durdurdu. Muhalifler Hama kırsalında ele geçirdiği Maardes, Hattab ve Hilfaya gibi önemli merkezleri yeniden rejime kaptırdı.

Şam’da ise Esed rejimi ve Şii militanlar, Dareyya, Zebadani ve bazı Doğu Guta beldelerini boşaltarak halkını tehcir etti ve İdlib’e gönderdi. Aynı senaryo 4 yıllık kuşatmaya direnen Humus’un el-Vaır semtinde de yaşandı. Şam’ın güneybatısındaki çölde de rejim güçleri Rus uçaklarının yardımıyla ilerleyiş sağlayarak Irak sınırına ulaşmayı başardı.

Bütün bu gelişmeler, silahlı muhalif grupların İdlib’e sıkıştığını gösteriyor. Soru şu; İdlib, Halep olur mu? Aslında İdlib, Halep oldu. Çünkü kent 3 yönden kuşatılmış durumda. Kentin dış dünyaya açılan tek kanalı konumundaki Bab’ul Hava sınır kapısı da Türkiye tarafından kapatıldı. Zira geçtiğimiz ay Tahrir el-Şam ve Ahrar el-Şam arasında yaşanan çatışmalar sonucunda Tahrir el-Şam, Ahrar el-Şam’ın İdlib’deki neredeyse bütün askeri noktalarını ele geçirdi. Bu arada Bab’ul Hava sınır kapısı da Tahrir el-Şam’ın eline geçti ancak örgüt sınır kapısını sivil yönetime devrettiğini ilan etti. Örgütün ilanı ABD ve uluslararası toplumu tatmin etmemiş olacak ki Türkiye’ye Tahrir el-Şam’ın terör örgütü listesinde olması nedeniyle baskı yapılmaya başlandı ve Türkiye sınırı kapattı.

Son zamanlarda, başta ABD Başkanı’nın IŞİD’le Mücadele yürüten Uluslararası Koalisyonu Özel Temsilcisi Brett McGurk’ın İdlib’in “Terör örgütleri için güvenli bölgeye dönüştüğü” şeklindeki ifadeleri olmak üzere, birçok uluslararası hareketlenmelerle İdlib, bir operasyonun hedefi haline getirilmek isteniyor. ABD destekli bir grubun İdlib’e bir operasyon gerçekleştirmesi durumunda, kentin kuzey kesimlerinin denetimi terör örgütü PYD’ye bırakabilir. Bu ise Türkiye için ciddi bir tehdit olduğu gibi, Suriye devriminin geleceğini de olumsuz yönde etkileyecektir.

Konuşulan senaryolardan biri de Türkiye’nin Rusya ile ortaklaşa İdlib’de Tahrir el-Şam’a karşı operasyona girişmesidir. Tahrir el-Şam’ın İdlib’de oldukça tecrübeli ve kalabalık bir silahlı gücünün olması ve kaybetmeleri durumunda gidecekleri bir yerlerinin olmaması nedeniyle Türkiye’nin kuzeyden girmesi durumunda operasyon çok uzun sürebilir. Bir diğer taraftan da Türkiye’nin güney sınırında PYD terör örgütünün koridor oluşturduğu bir ortamda, Türkiye’nin İdlib’e öncelik vermek yerine Afrin’den operasyona başlaması terörle mücadele açısından daha hızlı sonuç verebilir.

PYD’nin Afrin’in kontrolünü elinde bulundurması, PYD’yi Türkiye’nin güney sınırında yayılma yönünde cesaretlendiriyor. Türkiye’nin Fırat Kalkanı Operasyonu’ndaki temel gerekçesi IŞİD terör örgütünü sınırdan uzaklaştırmak olduğu kadar Suriye’nin kuzeyinde PYD terör örgütünün bir devlet yapılanması oluşturmasını ve Akdeniz’e ulaşmasını da engellemekti. Bu noktadan bakıldığında muhtemel bir hareketliğin Suriye’nin kuzeyine, Afrin’e yönelik olması daha yerinde neticeler verebilir.

Ayrıca dikkat edilmesi gereken bir diğer husus da Bab’ul Hava sınır kapısının kapatılmasının PYD’ye ekonomik gelir sağladığı gibi, yeni bir insani krize de yol açabileceği gerçeğidir. Zira İdlib’e Esed rejimi tarafından yapılacak muhtemel hava operasyonları silsilesinden dolayı evlerinden olacak binlerce sivil sınıra yığılacaktır. Bunların Türkiye’ye alınmamaları halinde de büyük çoğunluğu açık hedef haline gelecektir.


Ortadoğu’nun Petrol Transit Geçiş Noktaları

$
0
0

Enerji Bilgi Kurumu [U.S. Energy Information Administration, EIA] dünya petrolünün en önemli yedi transit geçiş noktası hakkında – bunların dördü Ortadoğu’dadır – hazırladığı güncel raporunu 25 Temmuz 2017’de yayınladı.2 Rapora göre, 2015 yılı itibarıyla dünyada üretilen petrol ve gazın taşınmasının yaklaşık %61’i denizyolu taşımacılığı kullanılarak yapılmış. Rapordaki veriler dünyanın en yoğun petrol transit trafiğinin Hürmüz Boğazı olduğunu gösteriyor. Hürmüz Boğazı’nı takiben Malakka Boğazı, Süveyş Kanalı ile SUMED petrol boru hattı, Bab’ül Mendeb Boğazı, Danimarka Boğazları, Türk Boğazları, Panama Kanalı ve Ümit Burnu dünyanın diğer yoğun transit noktaları olarak ön plana çıkmakta.

Bilindiği gibi uluslararası enerji pazarı, güvenilebilir enerji güzergâhlarına dayanmaktadır. Bir enerji transit geçit noktasını bloke etmek hatta bunu geçici bir süreyle bile yapmak dünya enerji fiyat ve masraflarının önemli ölçüde değişmesine sebep olur. En güvenilir petrol nakliyatı olan denizyolu taşımacılığının son derece yoğun trafiğinin yaşandığı Ortadoğu’da ise temel sorunun enerji güvenliği olduğu iddia edilmektedir. Haddizatında Ortadoğu’da yaşanan savaşlar ve Körfez ile Kızıldeniz ülkelerinde ortaya çıkan siyasi istikrarsızlıklar, Hürmüz, Bab’ül Mendeb ve Süveyş gibi son derece önemli petrol geçiş noktalarının, uluslararası petrol pazarı tarafından riskli ve tehlikeli görülmesine sebep olmaktadır. Bazı analistlere göre bu ve benzeri durumların artış göstermesi – nitekim son yıllarda artışlar görülmektedir – bu güzergâhlardaki petrol nakliyatını olumsuz yönde etkileyebilmektedir.3 Oysa EIA’nın son raporunda, bırakın bölgedeki petrol nakliyatının durağanlaşmasını 2013’ten bu yana söz konusu üç transit geçiş noktasında çok açık bir şekilde düzenli artışın görüldüğü, sadece Türk Boğazlarında azalmanın söz konusu olduğu sonucuna ulaşılmaktadır.

Tablo: Ortadoğu’daki ham petrol ve sıvılaştırılmış doğal gaz (LNG) taşımacılığının transit geçiş noktalarına göre son on yıldaki miktarlarını gösteren tablo, 2007 – 2016. (Günlük milyon varil hesabıyla)

Yer 2007 2008 2009 2010 2011 2012 2013 2014 2015 2016
Hürmüz Boğazı 16.7 17.5 15.7 15.9 17.0 16.8 16.6 16.9 17.0 18.5
Süveyş Kanalı ve SUMED Boru Hattı 4.7 4.6 3.0 3.1 3.8 4.5 4.6 5.2 5.4 5.5
Bab’ül Mendeb Boğazı 4.6 4.5 2.9 2.7 3.4 3.6 3.8 4.3 4.7 4.8
Türk Boğazları 2.7 2.7 2.8 2.9 2.9 2.7 2.6 2.6 2.4 2.4
Ortadoğu’da Petrol Deniz Taşımacılığı Toplamı 28.7 29.3 24.4 24.6 27.1 27.6 27.6 29.0 29.5 31.2
Dünya Petrol Tedariki

Toplamı

85.2 86.6 85.8 88.2 88.8 90.8 91.3 93.8 96.7 97.2

Kaynak: EIA, Dünya Petrol Transit Geçiş Noktaları Raporu, 2012 ve 2017, The Titi Tudorancea Bülteni, 2016.

Petrol Taşımacılığının Teknik Arka Planı

Aşağıda vereceğimiz bilgilerin daha iyi anlaşılabilmesi için bazı teknik noktalara kısaca temas etmekte fayda vardır. Zira bugün deniz taşımacılığında kullanılan vasıtalar insan zihnini zorlayacak derecede büyük ve teknolojik olmaları hasebiyle, üretilen petrolün büyük çoğunluğu deniz ve okyanuslar üzerinde günlerce dolaştıktan sonra insanoğlunun hizmetine sunulabilmektedir.

Bilindiği gibi günümüz dünyasında sadece petrol değil ticarete konu olan diğer malların da büyük bir kısmı denizyolu ile taşınmaktadır. Bunun en önemli nedeni bir anda büyük miktardaki malların taşınma imkânının ancak deniz taşımacılığında kullanılan büyük tankerler sayesinde mümkün olmasıdır.

Petrol endüstrisinin ilk zamanlarında insan emeği ile çıkartılan petrolün ahşap varillerle taşındığı bilinmektedir. Son derece meşakkatli olan bu yöntem aynı zamanda bir hayli de masraflıydı. Zaman içerisinde petrol çıkartılan yer ile kullanım alanları arasındaki mesafenin artması ve petrol ticaretinin gelişmesi, boru hatlarının inşa edilmesini zorunlu kılmıştır. 1861’de Elizabeth Watts isimli bir Amerikan yelkenli gemisi Philadelphia’dan İngiltere’ye ilk defa 240 ahşap varil petrol taşıdı. Bu yanıcı ve son derece tehlikeli maddeyi hem de ahşap bir gemide taşımak oldukça riskliydi. Bunun üzerine Britanyalı gemi yapımcıları çelik cidarlı ve petrolü çelik bir tankta tutan Glückauf ismindeki buharlı gemiyi 1886’te inşa ettiler. Bu gemi aynı zamanda ilk modern petrol tankeriydi.

1886’dan bugüne petrol endüstrisinin deniz taşımacılığı teknolojisi oldukça gelişti ve okyanus devleri olarak tarif edilen süper tankerler inşa edildi. Günümüzde yaklaşık 3500 petrol tankeri, gece-gündüz seyrederek talep edilen yere petrol taşımaktadır. Şimdilik dünyanın en büyük petrol taşıma araçları olan bu tankerlerin en küçükleri 70 bin varil ile 190 bin varil arasında motor benzini taşıyabilmektedir. Orta büyüklükte tankerler 190 bin varil ile 345 bin varil arasında petrol taşıyabilirken en büyüklerinin taşıma kapasitesi ise 615 bin varile kadar çıkmaktadır. Ancak Knock Nevis gibi Empire of State binasının yan yatmış halinden bile daha uzun olarak inşa edilmiş bir süper tanker de vardır ki bu gemi tamamen doluyken 800 bin tondan daha ağırdır.4

Ortadoğu’daki Transit Geçiş Noktalarına Bir Bakış

Hürmüz Boğazı

EIA’nin petrol transit geçiş noktaları hakkındaki güncel raporuna göre, dünyanın en yoğun geçiş noktası olan Hürmüz Boğazı; 2015 yılında günlük 17 milyon varil petrolün geçiş güzergâhı olmuştu. Bu rakam deniz yoluyla taşınan toplam petrolün yaklaşık %30’una demektir. 2016’da ise söz konusu rakam günlük 18,5 milyon varile yükselerek şimdiye kadarki rekorunu kırdı.

Uman ile İran arasında bulunan Hürmüz Boğazı, Körfez ile Arap Denizini birbirine bağlar. Bu boğazdan taşınan petrolün önemli bir kısmı (yaklaşık %80’i) Asya pazarına intikal etmektedir.  Söz konusu pazarın en büyük dağıtım noktalarının başında Çin, Japonya, Hindistan, Güney Kore ve Singapur gelmektedir. Geri kalan petrol ise Bab’ül Mendeb üzerinden veya Ümit Burnu’nu dolaşarak Avrupa ve Amerika’ya ulaştırılır.

Diğer taraftan Hürmüz Boğazı son derece önemli gaz transit noktalarından da birisidir. Dünyanın en büyük sıvılaştırılmış doğal gaz (LNG) üreticisi olan Katar, zikredilen boğaz üzerinden ürettiği gazı dünya enerji marketlerine sevk eder. 2016 yılında Katar’ın Hürmüz Boğazı’ndan geçirdiği gaz miktarı 3,7 trilyon kübik feet olarak tespit edilmiştir ki bu miktar dünya sıvılaştırılmış doğal gazının %30’dan fazlası demektir. Ayrıca Kuveyt de ürettiği LNG’yi Hürmüz Boğazı üzerinden taşımaktadır.

Süveyş Kanalı ve SUMED Petrol Boru Hattı

Körfez petrolü için stratejik öneme sahip olan Süveyş Kanalı ve SUMED boru hattı üzerinden Avrupa ve Kuzey Amerika ile Asya pazarına yani hem kuzeye hem de güneye doğru, çift yönlü olarak petrol ve doğal gaz taşınmaktadır. 2015 yılında denizyoluyla taşınan toplam petrol ve doğal gazın %9’u bu güzergâh üzerinden gerçekleştirildi. En dar noktası 300 metre kadar olan kanal, en büyük petrol tankerlerinin geçişi için uygun değildir.

Yayınlanan veriler 2011 yılında Süveyş Kanalı’ndan hem kuzeye hem de güneye doğru toplam 17,799 geminin geçiş yaptığını gösteriyor. Bunların %26’sını petrol ve LNG taşıyan tankerler oluşturmaktadır. 2016’da günlük toplam 3,9 milyon varil ham petrol ve LNG Süveyş Kanalı’nın her iki yönünden, 1,6 milyon varil ise SUMED petrol boru hattı üzerinden taşındı. Kuzeye giden gemilerde önceki yıla göre 2016’da günlük 300 bin varillik bir artış görülürken, ters istikamette seyreden gemilerde 2009’dan buyana ilk defa bir azalmaya yaşandı. Şurasının altını çizmek gerekir ki, kuzeye giden toplam petrol günlük 2,4 milyon varilken, güney yönündeki rakam günlük 1,5 milyon varilden ibarettir. Güney yönüne taşınan günlük söz konusu 1,5 milyon varil petrol aynı zamanda, yukarıda bahsedilen Asya pazarına sevk edilen petrol miktarını ifade etmektedir.

EIA’nın raporunda vurgulanan diğer bir husus ise, 2016’da Süveyş Kanalı’nın kuzey yönüne doğru taşınan petrolün %78’inin Avrupa pazarına ulaştığı bilgisidir. Bu rakamın dışında kalan meblağın %14’ü Amerika Birleşik Devletleri’ne ulaştırılmaktadır. Ayrıca Rusya ve Hollanda, Süveyş Kanalı üzerinden kuzeye doğru taşınan petrolden nasiplerini alan diğer ülkelerdir. Güney yönünde taşınan petrolün üreticileri arasında Kuzey Afrika ülkelerinden Cezayir ve Libya gibi ülkeler de bulunduğunu ifade etmek gerekir. Bu yönde taşınan petrolün en büyük müşterileri Çin ve Singapur’dur. Süveyş Kanalı’nın her iki yönündeki transit petrol taşımacılığı toplamı 2009’dan bu yana istikrarlı bir şekilde artmaktadır.

Port Said ile Süveyş şehri arasında bulunan ve 160 kilometreden fazla uzunluğu olan Süveyş Kanalı, Kızıldeniz’e ulaşan petrol için tek taşıma güzergâhı değildir. Arap Petrol Boru Hattı Şirketi’nin Ocak 1974’te inşa etmeye başlayarak 1977’de tamamladığı, Kızıldeniz ile Akdeniz arasındaki SUMED petrol boru hattı son derece önemli bir diğer taşıma noktasını teşkil etmektedir. 400 milyon sermayesi olan boru hattının %50’sine Egyptian General Petroleum, %45’ine eşit bir şekilde Kuwait Investment Authority, Saudi Aramco ve Abu Dhabi International Petroleum Investment ve son %5’lik kısmına ise Qatar Petroleum sahiptir.5 Ayrıca bu boru hattı kanala giremeyecek kadar büyük olan tankerlerinin taşıdıkları petrolü Kızıldeniz’den Akdeniz’e aktarabilecekleri tek alternatif güzergâhtır. 2011 yılında günlük 1,7 milyon varil petrol SUMED petrol boru hattı ile Akdeniz’e taşınmışken, bu rakam 2014’e kadar azalmış, bu tarihten itibaren ise artmaya başlamıştır.

Herhangi bir gerekçeyle Süveyş Kanalı ve SUMED boru hattının kullanıma kapatılması halinde, günlük toplamda 5,5 milyon varil petrol ancak Ümit Burnu’nun dolaşılması suretiyle istenilen yere ulaştırılabilir. Uluslararası Enerji Ajansı’na (IEA) tespit ettiği bilgilere göre, Afrika’yı dolaşarak Amerika’ya gitmek isteyen bir geminin, Akdeniz’deki güzergâhına nazaran 15 gün, aynı durumda Avrupa için ise 8-10 gün daha fazla seyretmesi gerekmektedir. Bu da yolun yaklaşık 4,300 kilometre uzaması anlamına gelir ki bu durumda; daha çok zaman ve çok daha fazla masraf gereklidir. Şirketlerin ve ajansların Süveyş Kanalı veyahut SUMED petrol boru hattının kapatılması neticesinde doğacak sorunları araştırmalarını lüzumsuz görmemek gerekir. Zira 1967’de İsrail ile Mısır arasında çıkan savaş sonucunda, Süveyş Kanalı Mısır Devleti tarafından kullanıma kapatılmış ve 1975 yılına kadar açılmamıştır.6 Nitekim kanala alternatif olarak düşünülen söz konusu SUMED petrol boru hattının inşa sürecine de kanalın kapatıldığı bu dönemde başlamıştır.

SUMED Petrol Boru Hattı, www.sumed.org

Bab’ül Mendeb Boğazı

Yemen ile Cibuti arasında bulunan Bab’ül Mendeb boğazı, Arap Denizi ve Aden Körfezi’ni Kızıldeniz ile birbirine bağlar. Basra Körfezi’nden deniz yoluyla gelen petrolün çoğu Bab’ül Mendeb Boğazı üzerinden Süveyş Kanalı ve SUMED petrol boru hattına ulaşmaktadır. 2016 yılı itibarıyla Bab’ül Mendeb’in kuzey yönüne doğru günlük 2,8 milyon varil petrol ve doğal gaz taşınırken, güney yönünde günlük 2,0 milyon varil transfer sağlanmıştır. Toplamda günlük 4,8 milyon varil petrolün geçişinin yapıldığı boğazdan, 2009’da önceki yıla göre günlük 1,6 milyon varillik sert bir düşüş yaşanmasıyla ancak günlük 2,9 milyon varil petrolün transferi gerçekleştirilmişti. 2009 yılından günümüze Bab’ül Mendeb Boğazı üzerinden yapılan petrol ve gaz taşımacılığında istikrarlı bir artış görülerek, 2015 yılında son 10 yılın en yüksek rakamına ulaşılmıştır. Bab’ül Mendeb Boğazı’ndan yıllık geçen petrol miktarı azalmaksızın yükselmeye devam etmektedir.

En dar noktası yaklaşık 29 kilometre olan Bab’ül Mendeb’in kapatılmasının doğuracağı sonuçlar, yukarıda söz konusu ettiğimiz Süveyş Kanalı ve SUMED petrol boru hattının bloke edilmesiyle ortaya çıkarması muhtemel neticeyle aynı olduğundan, her iki transit noktasının da petrol ve taşıma şirketleri açısından aynı öneme sahip olduğu söylenebilir.

Türk Boğazları

Kafkasya’da üretilen petrolün denizyolu taşımacılığında en önemli geçiş noktası olan İstanbul ve Çanakkale Boğazları aynı zamanda Ortadoğu’dan Rusya’ya giden petrol için de stratejik ehemmiyete sahiptir. Böyle olmakla beraber 2011 yılından bu yana boğazlardan taşınan petrol ve doğal gaz transitinde giderek bir azalma görülmektedir. Bugüne kadar boğazların her iki yönünde taşınan petrolün çıktığı en üst seviye, günlük 3,4 milyon varil ile 2004 yılında görülmüştü. 2007 yılında boğazlardan taşınan petrol günlük 2,7 milyon varile kadar düşmüş iken, o tarihten 2011 yılına kadar yeniden bir artış göstererek, günlük 2,9 milyon varile yükseldi. Ancak 2011’den tarihten itibaren tekrar azalmaya başlayan rakam, 2016 yılında günlük 2,4 milyon varili görebildi. 2004 sonrasında yaşanan düşüşte Rusya’nın Karadeniz limanları yerine Baltık limanlarını tercih etmeye başlaması etkili olmuştu. 2011 yılından sonraki azalmada ise Kazakistan’ın petrol üretiminin düşmesi gerekçe olarak gösterilmektedir.

Türk Boğazlarından taşınan bu miktarın %80’den fazlasını ham petrol oluşturmaktadır. En dar noktası bir kilometreden biraz az olan boğazlar dünyanın en zor ve dolambaçlı denizyollarından biridir. Yıllık 48.000 civarında gemini geçtiği bu güzergâh, aynı zamanda dünyanın en yoğun deniz trafiklerinden biri halindedir. Bu yoğun trafik ve kavisli coğrafya petrol tankerleri için çeşitli zorluklar oluşturmaktadır. Nitekim İstanbul Boğazı’nda 1979’da kaza yaparak tutuşan ve taşıdığı 96 bin ton petrol ile birlikte 29 gün boyunca yanan, 150 bin tonluk Independenta tankeri faciası, o günü yaşayanların hâlâ hafızalarından silinmemiştir.

Sonuç Yerine

Şimdi yukarıya dönüp, yazının başına eklenen tabloya yeniden göz atalım: dünyada günlük olarak tedarik edilen petrolün neredeyse üçte birinin Ortadoğu coğrafyasında bulunan sularda dolaşarak ve yine aynı bölgedeki boğazlardan geçerek insanoğlunun kullanımına sunulduğunu gözlemlenmektedir. EIA ve IEA’nın raporları açık bir şekilde ortaya koyuyor ki Ortadoğu sadece petrol üretilen bir bölge olmanın ötesinde, hem orada üretilen petrolün dünyaya dağıtılması ve hem de dünyanın muhtelif yerlerinden tedarik edilen petrol ve çeşitlerinin geçiş güzergâhında bulunması açısından, enerji sektörleri için vazgeçilmez bir coğrafyadır. Şimdilik değişmeyen ve yakın bir gelecekte de değişmesi mümkün görünmeyen bu durum, bölgeyi dünya petrol tedariki ve üretilen petrolün transit güzergâhı bakımından zirveye taşırken, diğer taraftan da şirketlere yeni pazar imkânları sunmaktadır.

Son on yıl içerisinde bu coğrafyada başta Arap Baharı, Suriye ve Irak Savaşı olmak üzere onca olay yaşanmasına rağmen, analistlerin Ortadoğu’da yaşanan olayların enerji güvenliğini olumsuz yönde etkilediği şeklindeki öngörüleri, özellikle denizyolu enerji taşımacılığı açısından haklı çıkmamıştır. Demek ki bölgesel dinamikleri değerlendirirken, uluslararası aktörlerin ve bilhassa şirketlerin söz konusu coğrafyadaki çıkarlarını nasıl koruduklarının olaylarla birlikte incelenmesi ve göz ardı edilmemesi gerekmektedir.

Yerinden Edilenlerin Coğrafyaları: Filistin Köy Tarihleri

$
0
0

Hal-i hazırda Georgetown Üniversitesi’nde doçent olarak görev yapmakta olan yazar, yüksek lisansını Michigan Üniversitesi’nde Modern Arap Edebiyatı üzerine yapmış, doktora da ise yine aynı üniversitede Antropoloji ve Yakın Doğu üzerine çalışmıştır. Yazar Suriye, Irak ve Filistin mültecileri üzerine çalışmaları ile tanınır. Üniversitede Arap sosyal hayatı ve tarihi, mülteciler ve Arap tarih yazıcılığı konularında dersler vermektedir.

Eserin konusu, 1948 ve sonrasında Filistin’de İsrail Devleti tarafından sistemli bir şekilde yok edilen köyler hakkında yazılan köy anma kitaplarının, yazarların ve bu kitapların ortaya koyduğu bilincin sonraki kuşaklar için ne ifade ettiğinin incelenmesinden ibarettir. Bu bağlamda eser, yok edilmiş olan köylerle ilgili toplamda 112 köy anma kitabı üzerinden hareketle yazılmıştır. Yazar kitapta “Filistinlilik” bilincinin oluşumunu ve bu oluşuma tesir eden mihenk taşı sayılabilecek tarihi vukuatların, insanların zihinsel ve düşünsel arka planlarının şekillenmesine olan etkilerini ele alıyor. Fakat Filistinlilerin yerlerinden edilişlerini, vatanlarının yok edilişini ve tarihlerinin bir çırpıda silinmeye çalışılmasını konu edinen bu kitapları inceleyen yazar, ismi geçen dönemin tarihi olaylarını tarihsel bir araştırma metoduyla sunmaz. Bu tarihi vukuatların ve “mülksüzleştirme” terimiyle ifade ettiği, yaşanan hazin dramların, yazılmış olan köy anma kitaplarının ortaya çıkışına ve muhtevasına olan etkisini incelemeye girişir. Aynı zamanda bu coğrafyada yaşanmış ve bu kitaplara kaydedilmiş olan anıların bugünün Filistinlileri için ne anlama geldiğinin de peşinden koşar.

Eserde, 1948’de yaşanan ve “Nekbe”1 adı verilen büyük felaket sonucunda yerlerinden edilen ve mülksüzleştirilen insanlar tarafından kaleme alınan köy kitapları inceleniyor. Fakat yazar bu köy kitaplarının ortaya çıkışını yalnızca nekbe sonucunda ortaya çıkan bilince ve travmaya bağlamaz. Osmanlı’nın son döneminden itibaren başlayan ve İngiliz Manda dönemi boyunca da gelişen “Araplılık” bilinci ile 20. yüzyılın ilk yarısı boyunca dışarıdan buraya gelerek yerel halka karşı tedirginlik oluşturan Yahudi göçünün, Filistinliler nazarında vatanlarına sahip çıkma düşüncesinde etkisinin olduğu anlatılıyor. Bu bakımdan 1948 öncesi ve -daha da önemlisi- sonrasında yaşanan İsrail Devleti baskılarını ve bunun karşısında Filistinlilerin siyasi olarak da mukavemetleri, tarihsel bilgi olarak eserde yerini alıyor. Fakat yerlerinden edilen insanların artık yurtlarına geri dönemeyeceklerini anlamaları üzerine, tarihlerini canlandırmak, yerlerinden edilmelerinin hukuksuzluğunu anlatmak, geçmişlerini yeni nesillerin doğru bir şekilde öğrenmelerini sağlama gibi sebep ve amaçlar gözetilerek yok olan köyler üzerinden bir tarihi bilinç oluşturulmaya çalışıldığı savunulur.

Eserde bahsi geçen kitaplar, üslupları, içerikleri, yazılma nedenleri, ortaya çıkardıkları etkiler ve bunlara karşı getirilen tenkitler ele alınır. Bu inceleme yapılırken kitap yazarları nazarından bakılarak yerlerinden edilen halkın hayalleri, arzuları, düşünceleri ve imkânsızlıkları gözler önüne serilmeye çalışılır. Köy kitaplarında köy tarihlerinin ele alınması incelenirken köylerin tarihi hakkında bilgi verilme gayesi güdülmez. Ya da yok edilmiş olan köyler özellikle incelenmeye tabi tutulmaz. Yazarların köylerin Tarihlerini dayandırdıkları kökenleri nasıl ele aldıkları üzerinde durulur. Yahut köylerin nüfusları veya demografileri özellikle incelenmemiş fakat kitaplara yansıyan şekliyle yazarların bu konulardaki hassasiyetleri, ve düşünceleri aktarılmaya çalışılmıştır. Ele alınan köy kitaplarının künye bilgileri kaynakça kısmında sunulur fakat yok edilmiş olan köylerle ilgili bu eser kapsamında herhangi bir çalışma yapılmamıştır.

Eser 112 adet köy kitabı temel alınarak yerinden edilmiş olan Filistinlilerin yaşadıklarını anlatma gayesi taşır. Kitapları sistematik bir sıralama usulüne göre ele almaz fakat insanların kimlikleri, ulusal bilinçleri, hafızalarının şekillenmesi ve kadınların durumu gibi başlıklar altında bu kitapların sundukları bilgiler ele alınırken çoğu zaman da farklı kaynaklardan beslenilir. Örneğin Filistinlilerin kimlik bilinci incelenirken bu hususunda kitaplardan alıntılar yapılmasının yanında bir de araştırma eserlere başvurularak Filistinlilerin kimliklerinin oluşumuna genişçe değinilir.

Yazar, bu incelemeleri yaparken yalnızca köy kitaplarında yer alan bilgi ve ifadelerle yetinmez aynı zamanda kitap yazarları ile yapmış olduğu mülakat ve Filistinlilerin içinde geçirdiği zamanlar boyunca edindiği bilgi ve tecrübeyi de kullanır. Bizzat şahit olduğu olaylar ve hikâyeleri de aktarır.

Kitabın, 20. yüzyılın ikinci yarısında ortaya çıkan ve yüksek kültürden başka halkın kültürü ve yerel tarih incelemelerine olan ilginin bir sonucu olarak ortaya çıktığı değerlendirmesini yapabiliriz. Bu anlayışta halkın gündelik yaşamı, düşünceleri, hisleri, gelenek ve görenekleri gibi her türlü konu incelenmeye değer görülür. Bu kitapta da Filistin halkının son 70 yıllık hayatı ve zihinsel yapısının değişimine, köy anma kitapları mercek altına alınarak ışık tutulmaya çalışılmış.

Ülkemiz de dâhil olmak üzere dünyanın farklı coğrafyalarında köy tarihi veya katalog kitapları mevcuttur. Fakat Filistinlilerin maruz kaldığı sistematik dışlanma politikaları sonucunda yaşanan “yerinden edilme” hadisesi ve devamında ortaya çıkan bu köy anma kitaplarının durduğu yer, diğer katalog çalışmalarından muhakkak farklı olacaktır. Çünkü Filistin’deki köyler için yazılan köy anma kitapları, köylerde yaşamış olan kişiler tarafından kaleme alınıyor. Bu yazıda incelemiş olduğumuz eserde ise, köy anma kitaplarının ele alınması suretiyle aslında Filistinlilerin maruz bırakıldıkları “yerinden edilme” hadisesinin dramı ve yerinden edilenlerin özlem duydukları tarih ve coğrafyayı anma biçimleri anlatılmıştır.

Irak’ta Bağımsızlık Referandumunun Geleceği: Telafer Operasyonunun Düşündürdükleri

$
0
0

Irak Kürt Bölgesel Yönetimi’nin (IKBY) 25 Eylül 2017’de yapılacağını duyurduğu bağımsızlık referandumu yaklaştıkça konuyla ilgili tartışmalar, ülkemiz ve dünya gündemini fazlasıyla meşgul etmeye başladı. Bilindiği üzere, 2003’te Saddam Hüseyin ve Baas rejiminin iktidardan uzaklaştırılmasından sonra, Irak hızla parçalanmaya doğru giden bir yola girmişti. Dolayısıyla, son dönemdeki tartışmaların odağında bulunan Kürt bağımsızlığı, fiili (de facto) olarak büyük oranda zaten elde edilmiş durumdaydı. Bugün gelinen noktada ise, bağımsızlığın hukuki (de jure) tarafı da tartışmaya açılmış oldu.

Daha önceki yazımızda vurguladığımız gibi, Barzani yönetiminin özellikle kendi iç politikasında karşılaştığı siyasi ve ekonomik baskılar, bağımsızlık referandumunun ilanı gibi bölge dengelerinin yeniden şekillenmesine yol açabilecek ciddi bir gelişmeyi de tetiklemiş oldu. Kısaca değinmek gerekirse IKBY yönetimi, Süleymaniye merkezli KYB ile Goran ve diğer Kürt partilerinin müttefikliğinde gelişen muhalefet hareketine ve had safhada hissedilen ekonomik krize karşı köşeye sıkışmış durumda. Ne var ki, IKBY bölgesi bağımsız olabilmek için gerekli olan ekonomik şartlar ile altyapı ve üstyapı imkânlarına da sahip değildir. Bugün, başkent Erbil’de bile insanlar elektrik ihtiyaçlarını jeneratörlerle karşılayabiliyor. Çok güvenilen petrol ve doğalgaz kaynaklarının işletilmesi ve geliştirilmesi için yurtdışına muhtaç olan bölgede, temel ihtiyaçların karşılanması için gerekli olan teknoloji de bulunmuyor.

Yukarıda özetlenen gelişmelerin bir sonucu olarak, Erbil ve Selahattin gibi idari merkezler dışında, Barzani’nin popülaritesi IKBY’nin genelinde zayıflamış vaziyettedir. Dahası, böyle devam etmesi durumunda, ilk seçimlerde ağır bir yenilgi alacağı değerlendirmesi yapılıyor. Bu bakımdan, lideri olduğu KDP’nin Kürt ulusal hareketinde sahip olduğu özel konum da düşünüldüğünde, Mesut Barzani liderliğinde ilan edilen bir bağımsızlık referandumunun, zayıflayan prestijini arttıracağı öngörülmüştür. Son günlerde, bölgesel ve küresel güçlerin böyle bir referandumun “şimdilik” uygun olmadığı yönündeki ikazlarına rağmen, Barzani’nin inatla göstermeye çalıştığı “kararlılığın” da, yine azalan gücünü toparlamaya dönük bir politika olduğu açıktır. Kısacası, Barzani yönetimi bağımsızlık referandumunu, başta Irak merkezi hükümeti olmak üzere, bölgesel ve küresel güçlere ve hatta içteki siyasi rakiplerine karşı bir koz olarak kullanmayı, siyasi gücünü arttıracak ve kendisini rahatlatacak çıkış yollarından biri olarak görmektedir.

Bu süreçte, siyasi rakibi durumundaki KYB içinden çıkmış olan Goran partisinin “referandumun ertelenmesi” çağrısına karşın, referandumun belirlenen tarihte yapılacağına dair kararlı tutumu da, yine Barzani’nin yukarıda bahsedilen siyasetine hamledilmelidir. Konuyla ilgili tartışmaların yoğunlaştığı bir sırada, İran Genelkurmay Başkanı’nın Türkiye’yi ziyareti ise hayli dikkat çekmiştir. 2003 yılından beri Şii Irak yönetimi üzerinde büyük bir nüfuza sahip olan İran, Irak merkezi yönetimiyle birlikte bağımsızlık referandumuna karşı olduğunu ilan etmişti. PKK’nın hâkimiyet kurduğu Kandil ve Sincar gibi bölgelere İran ile Türkiye’nin yapacağı muhtemel askeri operasyonların konuşulduğu bir dönemde, Talabani liderliğindeki KYB’nin de İran’la yakın ilişkilerini hesaba katarak referandum kararına karşı en azından nötr kalacağı tahmin edilebilir. İki taraf arasında 1990’lı yıllarda silahlı mücadeleye varan güçlü bir rekabetin varlığı da düşünüldüğünde, KYB, referandumu ve bağımsızlığı “sahiplenmiş” bir KDP’ye karşı biraz daha mesafeli olacaktır. Dahası, taraflarını KDP ve KYB+Goran ve diğerlerinin oluşturacağı bir kuzey-güney mücadelesinin yaşanması da, ihtimallerden uzak değildir.

Referandum Sonrası Bağımsızlık İlan Edilebilir mi?

Referandum kararına karşı bölgesel ve küresel güçlerin aldığı/alacağı pozisyonlar, referandum ve sonucunda elde edilmiş bir bağımsızlık kararının uygulanabilirliğini büyük ölçüde belirleyecektir. Irak merkezi hükümetinin dışında, İran ve Türkiye gibi iki bölgesel aktör, Irak’ın toprak bütünlüğü ve üniter yapısını ortadan kaldıracak bir girişime karşı durduklarını ilan etmişlerdir. Başta Suudi Arabistan olmak üzere Körfez ülkelerinin de benzer bir tavırda olduğu bilinmektedir. Rusya gibi küresel bir aktör dahi, bölge ülkelerinin onayını almayacak herhangi bir gelişmeye sıcak bakmadığını bildirmiştir. Burada, belirleyici durumunda olan ve aynı zamanda 2003 sonrasında gelişen Kürt bağımsızlık hareketinin en büyük destekçilerinden biri olan ABD bile “zamanlama” uyarısında bulunarak referandumun şimdilik rafa kaldırılmasını istemektedir. İngiltere ve Avrupa Birliği ülkelerinin de benzer bir tavır sergilediğini biliyoruz. Barzani’nin KDP’si ile 1960’lardan beri güçlü ilişkiler içinde olan İsrail ise, referandum ve bağımsızlığa şartsız destek veren tek bölge ülkesi konumundadır. Ortaya çıkan bu tablo, referandumdan sonra alınacak bir bağımsızlık kararının kabul görmesinin şimdilik pek mümkün olmadığını gösteriyor.

“Bağımsız Kürt devletinin kurucusu ve ilk başkanı” sıfatıyla tarihe geçmek, kuşkusuz Barzani için iktidarını sağlamlaştıracak bir gelişme olacaktır. Fakat kanaatimizce, elinde uzun süre daha kullanabileceği referandum kozunu bir çırpıda harcayıp, içte ve dışta daha başka sorunlarla yüzleşeceği bir “resmi bağımsızlığı” şimdilik tercih etmeyecektir. Bu tavır, fiili bağımsızlığın zaten önemli ölçüde elde edildiği bir ortamda daha da anlamlı hâle gelmektedir. Buradaki öngörülerimizin aksine, Kerkük’ün de dâhil edildiği referandum neticesinde alınacak bir bağımsızlık kararının ise, mevcut şartlarda “ölü doğmuş” olacağını tahmin etmek güç değildir.

Telafer Operasyonu Ne Anlama Gelmektedir?

Irak ile ilgili son gelişmelerden bir diğeri de, merkezi hükümetin Şii milis güçlerinin katılımıyla yürüttüğü Telafer’i Işid’den kurtarma operasyonu olmuştur. Gelen son haberlere göre, 26 Ağustos tarihi itibariyle bir semt hariç Telafer ilçe merkezi İşid’den geri alınmıştır. Hatırlanacağı üzere, Işid Haziran 2014’te Musul’u ele geçirdikten sonra, 60 km. batısındaki Türkmen yerleşimi Telafer’i de işgal etmişti. Musul’un Işid’den geri alınmasından sonra operasyon sırasının Telafer’e geleceği yetkililerce ilan edilmişti.

2003 yılındaki Amerikan işgali sonrasında el-Kaide vb. selefi örgütlerin yuvalandığı Telafer ve çevresinin önemini daha çok coğrafi konumu belirlemiştir. Selçuklular’dan günümüze saf bir Türkmen kenti olan Telafer’in, bu niteliğiyle Irak’taki Türk yerleşimleri içinde homojen bir yapı sergilediğini söyleyebiliriz. Kent ve çevresi, 400 bine yaklaşan nüfusuyla Irak’ın en büyük ilçelerinden biridir. Nüfusun kahir ekseriyetini Türkmenler meydana getirirken, Telafer’de az sayıda Arap da yaşamaktadır. Türkmen unsurun çoğunluğunu, üç yıldır Işid’in yoğun baskısı altında kalan Şii-Caferi Türkmenler; az bir kısmını da Sünni Türkmenler oluşturur. Ancak, Şii ya da Sünni olsun Telafer Türkmenleri diğerlerine göre “kendine özgü” bir kültürü yansıtırlar. Bu özgünlük, dilden dini hayat ve giyim-kuşama kadar hayatın birçok alanına yansımıştır.

Irak’ta 2003 sonrası dönemde gelişen selefi-radikal örgütlenmelerin merkezlerinden biri olan Telafer, bu konumu sebebiyle sıklıkla Amerikan bombardımanlarına maruz kaldı. Sahip oldukları özgün yapının bozulması ve yapılan bombardımanların etkisiyle, mevcut gelişmelerden en büyük zararı, bin yıldır burayı yurt edinmiş olan Türkmenler gördü. Bu sebepledir ki, Türkiye Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu, Işid’i bölgeden temizleyecek bu operasyonun başlamasından duyulan memnuniyeti dile getirdikten sonra, bölgenin asli unsuru olan Türkmenlerin zarar görmemesi için azami çaba gösterilmesi gerektiğini vurguladı. Böylece, yaklaşık çeyrek asırdır ülkedeki gelişmelerden en büyük zararı görmüş olan Türkmenlerin etkili bir şekilde korunması gerektiğini bir kez daha vurgulamış oldu. Bu tür birinci ağızdan yapılan açıklamaların, diğer Türkmen bölgeleri için de yapılmasında büyük fayda vardır.

Yukarıda dikkat çekildiği üzere Telafer operasyonu, Musul operasyonunun bir devamı olarak yapılmıştır. Musul gibi stratejik açıdan önemli ve ayrıca terör örgütünce de bir merkez haline getirilmiş olan böyle bir şehrin geri alınması, ülkedeki Işid etkinliğinin zayıflatılması bakımından mühim bir gelişmeydi. Telafer’in geri alınması ise, Işid’in bu bölge üzerinden sağladığı Irak-Suriye bağlantısının kesilmesi açısından hayli önemlidir. Bundan sonra, Işid’in ağır baskısı yüzünden göçmen durumuna düşmüş binlerce Türkmen’in öncelikli olarak eski yerlerine döndürülmesi ve şehrin yaşanılır hâle getirilmesi gerekiyor. Kuşkusuz, Türkiye’nin bu konuda vereceği destek büyük önem taşıyor.

Musul ve Telafer operasyonlarının başarılı bir şekilde sonuçlanarak İşid’in bu bölgelerden temizlenmesi, başta Irak merkezi yönetimi olmak üzere bazı çevrelerin iktidarını pekiştirmesine yardımcı olacaktır. Şii Başbakan Haydar el Ebadi’nin, bağımsızlık referandumunun gündemi belirlediği şu günlerde başlıca hedefi de bu olsa gerektir. Böylece, Musul operasyonundan sonra yaptığı gövde gösterisi hatırlandığında, “Telafer’i ve hatta bütün Irak’ı Işid’den kurtaran lider” edâsıyla siyasi geleceğini temine çalışacaktır. Bağımsızlık tehdidinin arttığı bir dönemde bu “başarıların” elde edilmiş olması, kendi iktidarı açısından daha da anlamlı hale geliyor. İran’ın kontrolündeki Radikal Şii örgütü Haşdişabi milislerinin bu operasyona destek vermesi ise, Irak’ta gittikçe şiddetlenen toplumlar arası mücadele ortamında, mezhepsel aidiyetin artık ne kadar belirleyici bir hale geldiğini göstermesi açısından kayda değerdir.

Sonuçta, yüzyıl önce İngilizler tarafından yapay bir devlet olarak kurulmuş ve uluslaşmayı da bir türlü başaramamış olan Irak’ın geleceğine dair ümitli olmamızı gerektirecek bir emare henüz mevcut değildir. Hep vurguladığımız gibi, Irak, Suriye ve Ortadoğu’nun sükûnete kavuşması için gereken başlıca koşul, emperyalizmin bölgeden elini derhal çekmesidir.

İngiliz Sandhurst Kraliyet Askeri Akademisi, Türk Harp Akademisi ve Ortadoğu Monarşileri

$
0
0

Sıcak meseleleri gündemden düşmeyen günümüz Ortadoğu’sunda karar vericilerin formasyonlarında aldıkları eğitimlerin de rol oynadığını kabul etmek gerekir. Bu çerçevede Prof. Dr. Zekeriya Kurşun hocanın Arap monarşilerinde İngiliz Sandhurst Kraliyet Akademisi eğitimine dikkatimizi çekmesi üzerine bu yazıyı kaleme alma gereği duydum. Sandhurst ağırlığını görünce emekli bir subay olarak şaşırdığım itiraf etmeliyim.

Sandhurst Kraliyet Askeri Akademisi (Royal Military Academy Sandhurst, RMAS), Londra’nın 55 km güneybatısında İngiliz kara ordusunun subay başlangıç eğitim merkezi olarak kurulmuştur. Bugünkü adını 1947 yılında almışsa da kökeni ve gelenekleri 18. yüzyıla kadar inmektedir. Prensip olarak üniversite mezunlarını öğrenci olarak kabul eden kısaca Sandhurst diye bilinen akademi öğrencilerinin yüzde 10’nunu denizaşırı ülkelerden ve yüzde 10’unu da bayanlardan kabul etmektedir. İngiliz subay adayları için akademide devam zorunluluğu varken diğer adaylar için daha esnek davranılmaktadır. İngiliz kraliyet ailesi ve aristokrasinin birçok mensubu buradan mezun olmuştur. Eğitim temel taktik temel askeri eğitimle sınırlı değildir. İletişim, Uygulamalı Davranış Bilimleri, Askeri ve Uluslararası Sorunlar ve Harp Etütleri de müfredata dâhildir. Daha ilginci Sandhurst’ta doktor, dişçi, eczacı, hemşire, hayvan cerrahı, hukukçu ve rahipler gibi muharip hizmette istihdam edilmeyecek meslek grupları için kısaltılmış müfredat da uygulanmaktadır.

Sandhurst, dünyanın dört bir tarafından farklı ülkelerden gelen adaylara eğitim vermektedir. Dış ülkelerden katılımcıların yoğun olarak Ortadoğu monarşi ailelerinden olduğu görülmektedir. Bunlara kısaca bakacak olursak bugüne kadar Suudi Arabistan’dan 8 prens akademide eğitim görmüştür. Halen iktidarda bulunan Ürdün Kralı, Umman Sultanı, Bahreyn Kralı, Kuveyt Emiri, Katar Emiri, Dubai Emiri ile Abu Dabi Emiri İngiliz Kraliyet Akademisinin rahle-i tedrisinden geçmiş bulunmaktadır. Zikrettiğimiz monarşilerde Sandhurst mezunu hanedan mensupları uzun bir liste oluşturur.

Ancak İngiliz Kraliyet Akademisi Ortadoğu monarşileri arasında en fazla Ürdün Haşimileri tarafından rağbet görmüştür. Şimdiye kadar üç Ürdün kralı Sandhurst’tan mezun olmuştur. Bunlar Tallal bin Abdullah, Hüseyin bin Tallal ile şimdiki kral Abdullah bin Hüseyin’dir. Başka bir ifadeyle dede, baba ve torun üç göbek Ürdün Kralı buradan mezun olmuştur. Bugüne kadar Haşimi hanedanının 12 mensubu burayı bitirmiştir. Dahası Sandhurst mezunu Haşimilerden üçü de prensestir.

Arap monarşileri hanedan mensuplarını Sandhurst’ta eğitmeyi itibar vasıtası olarak da görmüş olmalılar. Akademinin 2017 mezuniyet hamisi olarak Ürdün Kralı 2. Abdullah, oğlu veliaht prens Hüseyin’in de mezunlar arasında bulunduğu törenlere kraliçesi ile beraber katılmıştır. Kral’ın hükümdarlara uygun masraflardan kaçınmamış olduğunu tahmin ediyoruz. Yine Akademiye liderlerinin isimlerinin bir bina ve salona verilmesi mukabili 2012 yılında Birleşik Arap Emirlikleri 15 milyon sterlin, 2013’te Bahreyn 3 milyon sterlin bağış yapmıştır.

Ürdün Kralı 2. Abdullah Sandhurst’te bir törende

İngiliz askeri eğitim sistemi kolayca görülebildiği gibi kendi kurumlarının marka haline gelmiş olmasını reel politikada elverişli bir manivela olarak kullanabilmektedir. Büyük masraflar yapmadan, yaptığı masrafları da öğrenci gönderen ülkelerden alarak kendi format ve yaklaşım kalıplarını gelecekte etkin mevkilere gelme potansiyeli olan lider adaylarına benimsetmektedir. İngiltere dış politikası için bunun ne kadar önemli bir yatırım olduğunu izah etmeye bile gerek duymamaktayız.

Bu durumda ister istemez Türkiye’de tesis tarihleri iki yüz yıla yakın olan askeri mekteplerimizde okuyan Ortadoğu ülkeleri personeli ilgili değerlendirme ihtiyacı da ortaya çıkmaktadır. Askeri mekteplerimizde diğer ülke subayların eğitim görmesinin 1930’larda başladığı anlaşılmaktadır. Bir grup Afgan vatandaşının Kara Harp Okulunda eğitim görerek subay çıktıkları bilinmektedir. Bu subaylardan daha sonra 8’i Harp Akademisinden de mezun olmuştur. 1935-1968 arasında 58 karacı Afgan subayı Türkiye’de kurmay eğitimi almıştır. 1970’li yıllarda Zahir Şah’ın devrilmesine kadar Afgan ordusunda kayda değer ölçüde Türk etkisi ve tabii sempatisi mevcuttu. Taliban sonrası Afganistan’a görevli giden Türk askerleri Afgan ordusu kalıntılarında eğitim esnasında hâlâ “selam dur..” gibi Türkçe tabirlerin yaşadığın hayretle göreceklerdi.

1955 yılından itibaren Harp Akademilerinde istikrarlı olarak Pakistanlı subaylar eğitim görmeye başladılar. Bu subayların büyük bir kısmı general olarak Pakistan ordusunda hizmet ettiler. Bu satırların yazarı Pakistan’da Komuta Kurmay Koleji müdavimi ve Askeri Ataşe olarak bulunduğu dönemde (2000, 2002-2004) gururla Türk Harp Akademilerinde eğitim gördüğünü ifade birçok yüksek makam sahibini gördü. Ancak Pakistan Komuta Kurmay Kolejini bitirip Türkiye’de orgeneral rütbesine gelen bir kısım subayların özgeçmişlerinden Pakistan’da eğitim gördüklerini sildirmeleri gibi çiğliklerin ve Türkiye’ye eğitime gönderdikleri subaylara mukabil sayıda Türk subayının kendilerine eğitime gönderilmemesinin yarattığı kırılganlıklar Ankara’da yüksek askeri makamlar tarafından dikkate alınmış görünmedi.

1980’li yılların sonralarına doğru Mısır ve Tunus’un daha sonraki yıllarda Ürdün, Yemen ile bazı Körfez ülkelerinin Türkiye’ye eğitim için subay gönderdiklerini biliyoruz. Ama bunların istikrarlı bir şekilde devam edemediğini söylemeliyiz.

Geçmiş dönemde Harp Akademilerine eğitime gelebilmiş olan Ortadoğu ülke subaylarının çıkarlarımıza asla hizmet etmeyen bir algı ile ülkemize küstürüldüklerini kabul etmemiz gerekir. 1990 yılı Ekiminde Mısır’dan bizde bir dönem bir kursa gelen general rütbeli bir müdavimin Harp Akademilerinin açılış resepsiyonunda içki almadığı için orgeneral rütbesini taşıyan bir komutan tarafından tahkir edildiğine acıyla tanık olduğumu hatırlıyorum.

Daha yakın tarihlerde Harp Akademisinden Mısırlı misafir subayın başı kapalı olan eşinin tören mahallinden uzaklaştırılması ne kadar incitici ve ülke çıkarlarını tahrip ediciydi. Harp Akademilerinde okuyan misafir subayların eşlerinin bir sosyal faaliyet için topluca götürüldükleri Balmumcu Askeri Gazinosunda başı örtülü diye Pakistanlı bir hanımefendi mekâna alınmama kabalığı ile karşılaştı. Bu tarz istiskallerin yaratacağı hasarı yetkililer dikkate almadılar. Bu tarz zamanın ruhuna ve esen rüzgârlara uygun ancak vicdan ve izana aykırı incitici kötü örnekleri uzatmak mümkündür.

Bütün bu kendi kafamızdaki doğruluğu kuşkulu bakış açısını misafir subaylara ve ailelerine dayatma ülkemizin yaptığı masraf ve fedakârlığı geniş ölçüde verimsiz bıraktı, denebilir.

Sonuç olarak askeri eğitim kurumlarımız, Ortadoğu coğrafyasına yönelik kapsayıcı,  tutarlı ve bütüncül bir yaklaşımı takipten yoksun kalmışlardır. Türkiye’ye eğitime gelmiş Ortadoğu ülkelerinden nispeten az sayıdaki subaylar da ideolojik algılar yüzünden çoğunlukla küstürülerek ülkelerine dönmüşlerdir. Türkiye’nin Ortadoğu hamlelerinin akim kalmasında ihmaller ve daraltıcı bakış açımızın da askeri eğitim kurumları mikro ölçeğinde rolü olduğunu kabul edebiliriz. Tabii İngiliz hariciyesinin başarısında birçok faktör yanında moral ve motivasyon yaratarak idame ettirdiği Sandhurst Kraliyet Askeri Akademisi’nin payını da görmeliyiz. Ordumuzun eğitim kurumlarının yeniden yapılandığı günümüzde Sandhurst’un hikâyesi siyaset planlayıcılarını dikkatini çekse gerektir.

 

Balfour Deklarasyonu: Arap-İsrail Çatışmasının Kökenleri

$
0
0

İçinde gizlenmiş yeni bir harp vesilesi bulunan hiçbir antlaşma bir barış antlaşması sayılamaz.

İmmanuel Kant, Ebedî Barış Üzerine Felsefî Bir Deneme

2 Kasım 1917’de İngiltere Dışişleri Bakanı Arthur James Balfour’un Siyonist Federasyonu başkanı Lord Rothschild’a gönderdiği bir mektupla başlayan ve etkileri günümüzde de devam eden bir dizi çatışmaya sebep olan bu metin, onu oluşturanların bile kurgulamadığı bir yeni dünyanın kurulmasında ön ayak olmuştur. Balfour Deklarasyonu olarak da isimlendirilen bu belge ile İngiltere, Filistin’de bir Yahudi anavatanının kurulmasını kabul ediyordu. Jonathan Schneer, Balfour Deklarasyonu ismiyle hazırladığı eserinde Arap-İsrail çatışmasının kökenlerini tarihsel süreç içerisinde irdeleyerek çok yönlü bir bakış açısıyla I. Dünya Savaşı sırasında ve henüz savaş başlamadan önce Ortadoğu’daki gelişmeleri değerlendiriyor.

5 bölüm ve sonuç kısmından oluşan eserin her bir kısmı kendi içinde ortalama olarak dört bölüme ayrılmış. Filistin’de bir Yahudi vatanının kurulmasına giden süreci tarihi bir satranç tahtası olarak yorumlayan yazar bu bağlamda oyuna girmiş olan tüm kişi ve fiilleri de satranç ile ilişkilendirir. Yazarın anlatısını bu tür bir zeka ve strateji oyunuyla yoğurması elbette boşuna değildir. Zira bu tarihi satranç tahtasında herkes kendi rakip veya rakiplerini alt etmek için çılgınca bir hırsla hareket etmiştir. Bu oyuna kimler dahil olmamıştır ki? Yönetici ve diplomatlar, silah tüccarları, askerler… Scheneer, neredeyse bir tarihsel roman kurgular gibi karakterlerini oluşturmuş, karakterlerin şemailini ve iç dünyalarını çözümlemeye gayret etmiştir. II. Abdülhamid, Enver Paşa, Şerif Hüseyin, Sir Mark Sykes, François Picot, Sir Henry Mcmahon. Tüm bu isimler tarihi birer aktör olmalarının yanında aynı zamanda Scheneer’in roman karakterleridir. Yalnızca karakterlere değil mekanlara ve mekanların özelliklerine de eğilir yazar. Mesela Kızıldeniz’in ılık ve ışıltılı suyunun ayrıntılı tasvirini ya da rüzgarlı ve yağmurlu bir Londra gününde neler olup bittiğini bulabilirsiniz eserde.

İlk bölümde I. Dünya Savaşı öncesinde Filistin’in durumunu anlatarak başlıyor yazar. Sınırlarını kabaca çizdiği Filistin’in yerlilerinden, Osmanlı Devleti’nin bölgeyi fethinden, buraya göçen ilk Yahudi gruplardan, Osmanlıcılık ve Arapçılığın doğuşundan, Şerif Hüseyin’in Arap ulusalcılığının oluşumundaki rolünden, Arap ayaklanmasına doğru uzanan süreçten bahseder. Elbette hiçbir ayaklanma/isyan âniden ve beklenmedik şekilde gelişmez. Tüm vakaları doğuran ve onlara yön veren bazı sebep ve gelişmeler olduğu yadsınamaz bir gerçektir. Arap ayaklanmasını doğuran ve bu ayaklanmayı teşvik eden bir siyaset olduğunu kabul eden Schneer, Britanya hükümetinin diplomatları vasıtasıyla Arap ayaklanmasını gerçekleştirmeye yönelik hamlelerini uzun uzun anlatır. Bir yanda Osmanlı’nın Hicaz bölgesindeki hakimiyetini sonlandırarak Büyük Arap Krallığını kurmak hayalinde olan Şerif Hüseyin diğer tarafta gizli anlaşmalarla Filistin’de bir Yahudi kolonizasyon programı uygulamayı planlayan Britanya hükümeti. Yazar, I. Dünya Savaşı öncesinde Britanya’daki Yahudilerin durumu ve onların Filistin’e yerleşmeye olan bakış açısı, İngiliz Siyonist hareketinin gelişimi gibi konular üzerinde resmî bilgi ve belgeler ışığında değerlendirmeler yapar. Deklarasyonun ilanından önce Arap hareketi ve Siyonist hareket birbirlerine hızla yaklaşan iki meteordan farksız olarak çarpışma noktalarına doğru hareket ediyorlardı. Mekke’de Arap ayaklanmasını başlatan Şerif Hüseyin ve oğulları İngiltere’nin kendisine verdiği vaatlerin tam zıddı olarak yaptığı anlaşmalardan da habersizdi. Ancak I. Dünya Savaşı’nın sonlarına yaklaşılırken Rusya’da çarlık rejiminin yıkılmasıyla gizli anlaşmalar da gün yüzüne çıkmış, savaş sona erdiğinde ise Şerif Hüseyin’in krallık ve halifelik hayalleri suya düşmüştü. Filistin’in yeni hakimi olan İngiltere ise silahlanan Arap ve Yahudi gruplar arasında barışı sağlayacak potansiyele sahip değildi. Sonuçta ikinci bir dünya savaşı da yaşanacak ve 1948’de İsrail Devleti kurulacaktır.

Tohumları yıllar önce ekilen çatışmaların arka planında yapılan pazarlıkları İngiliz dışişleri arşivlerini kullanarak yazan Profesör Scheneer yer yer nesnellikten uzak bir imaj çizse de Balfour Deklarasyonu’nun yüzüncü yılında, Filistin’de mutlak barışın tesis edilemeyişinin ardındaki sebepleri anlamak için bu eseri okuyabilirsiniz.

Viewing all 330 articles
Browse latest View live