Quantcast
Channel: ORDAF
Viewing all 330 articles
Browse latest View live

Afrika’da Küresel Silah Ticareti

$
0
0

afrikada-silah-kapak

Son bir yılda yaklaşık %9 artış gösteren Afrika’nın silah giderleri 44 milyar 900 milyon dolar olarak gerçekleşmiştir. Kıta ülkelerinin 2/3’ü silah alımını arttırmış olup, Afrika’nın silah alımında liderliği Cezayir üstlenmiş durumdadır. Silah giderlerini bir yılda %8,8 artıran Cezayir, 10 milyar dolarlık eşiği aşmış durumdadır. 2004 yılından bu yana Cezayir’in silah giderlerinde %176 artış olduğu da görülmektedir. Afrika silah pazarının ikinci büyük oyuncusu ise silah alımını %36 arttıran Angola’dır. Bunları ise %26 ile Fas ve %6 ile Sudan takip etmektedir. Sahra-altı Afrika ülkelerine gelince, kıta genelindeki ithalatının %42’sini oluşturduğu görülmektedir. Sudan bu bölgede en büyük ithalatçıyken Uganda da ikinci sırada gelmektedir. Bunlar sırasıyla bölgedeki ithalatın %15 ve %14’ünü oluşturmaktadırlar.

Ülke sınırları içerisindeki terör eylemlerini arttıran Boko Haram’a karşı sıkı tedbir kararı alan Nijerya ve Kamerun, bütçelerinin yaklaşık 1⁄4’ünü silahlanmaya ayırmıştır ve silah alımını ABD, Çin, İngiltere, Rusya, Fransa, İsrail, İspanya ve İtalya gibi pek çok farklı ülkeden sağlamışlardır. Bu sayede savunma sanayilerini tek bir ülkenin güdümünden çıkartarak bağımlılıklarını azaltmayı hedeflemişlerdir.

Bu raporda, SIPRI verileri bağlamında listesi verilen ülkelerin silah transfer verileri Afrika’daki silahlanma yarışını açıkça ortaya koymaktadır.

“Afrika’da Küresel Silah Ticareti” raporunu indirmek için tıklayınız.

The post Afrika’da Küresel Silah Ticareti appeared first on ORDAF.


Etiyopya 2015 Seçimleri: Siyasal Sisteme Yansımaları

$
0
0

etiyopya-secimleri-kapak

Etiyopya 2015 seçimleri, Cumhurbaşkanı Meles Zenawi’nin ölümü (2012) -ve 1995’teki kuruluşunun üzerinden 25 yıl geçmesinin- ardından, siyasal rejimin değişim sağlama gücünün boyutunu göstermesi bakımından önemlidir. Bu çalışma, seçimlerin, “etnik federallik” üzerine kurulu olan siyasal sistemin ana sütununu teşkil etmesi itibarıyla “Tigran Halk Kurtuluş Cephesi”/“Etiyopya Halkın Devrimci Demokratik Cephesi” birliği üzerindeki yansımasını analiz etmeyi amaçlamaktadır.

Zenawi’nin 2012’de vefatı üzerine Etiyopya’nın ve 20 yıllık bir süredir siyasal sistem bütünlüğünün omurgasını teşkil etmesi hasebiyle Devrimci Cephe’nin geleceği konusunda bir endişe belirdi. Oysa Etiyopya siyasetinin tanıklık ettiği karışıklıklar ve krizlere rağmen Zenawi, birleşik bir devlet vizyonunu geliştirme konusunda başarılı oldu.

Etiyopya’nın siyasal sistem yapısını ortaya koyması itibarıyla, Mayıs 2015 seçimlerini sonuçları bağlamında ele almanın önemi ortaya çıkmaktadır. Bu açıdan konu, seçim sonuçlarındaki yönelimlerin, “Devrimci Cephe” birliğinin bütünlüğünün ve partiler arası rekabetteki değişimin araştırılması noktasından hareketle incelenecektir.

“Etiyopya 2015 Seçimleri: Siyasal Sisteme Yansımaları” raporunu indirmek için tıklayınız.

The post Etiyopya 2015 Seçimleri: Siyasal Sisteme Yansımaları appeared first on ORDAF.

Türk-Afrika Düşünce Kuruluşları Buluşması

$
0
0

1998 yılında kabul ettiği Afrika Eylem Planı ile birlikte Türkiye Cumhuriyeti, Afrika kıtasına olan ilgisini stratejik bir devlet politikası haline getirmiş ve bu doğrultuda özellikle ticaret hacminin artmasına yönelik teşvikler uygulamaya başlamıştır. 1998 yılında bir devlet stratejisi oluşturma yolunda yapılan Afrika’ya yöneliş 2005 yılında Türkiye’de Afrika Yılı ilan edilmesiyle daha da belirginleşmiştir. 2005 yılından itibaren Türkiye ve Afrika ülkeleri arasında eşit düzeyde işbirliği imkanlarının önü açılmıştır. Bu doğrultuda ortaya koyulan ilk hedef ise kıtadaki Türk büyükelçiliklerinin arttırılması olmuştur. İlki 2008 yılında Ağustos ayında ikincisi 2014 yılı Kasım ayında yapılan Türkiye-Afrika İşbirliği Zirveleri ile birlikte Türkiye Cumhuriyeti, tüm Afrika ülkeleri ile olan ilişkilerini geliştirme arzusunu açıkça ortaya koymuştur. Nitekim 2010 yılında Türkiye Cumhuriyeti Afrika Stratejik Belgesi’ni kabul etmiştir. Bu belge ile birlikte Türkiye Cumhuriyeti “müşterek bir gelecek için ortaklık” yaklaşımını ortaya koymuştur.

Bir devlet politikası olarak Afrika açılımını yürüten Türkiye Cumhuriyeti bu doğrultuda Afrika’daki büyükelçilik sayısını 39’a yükseltmiştir. Türkiye, Afrika ülkeleri ile 2003 yılında 5,47 milyar dolar olan ticaret hacmini 2014 yılında 23,4 milyar dolara çıkartmıştır. Aynı şekilde Türk Hava Yolları yine bu açılım doğrultusunda Afrika’da uçtuğu nokta sayısını 4’ten 47’ye çıkartmıştır. Böylece sadece 2013 yılında Türkiye’den Afrika ülkelerine 116 bin kişi seyahat etmiştir. Türkiye’nin Afrika ile olan ilişkilerinde eğitim de önemli bir rol oynamaktadır. Her yıl binlerce Afrikalı öğrenci Türkiye’ye okumaya gelmektedir. Ayrıca Türkiye insani yardım kuruluşları bugün hemen her Afrika ülkesinde faaliyetlerine devam etmektedir.

Türkiye’nin bir devlet politikası olarak attığı bu adımların kökleşmesi ve geleceğe uzanması için sivil alanlara da yayılması gerekmektedir. Hatta sivil alanlardaki iş birliğinin daha da öncelikli hale getirilmesi Türkiye Afrika ilişkileri açısından büyük önem arz etmektedir. Bu doğrultuda I. Türk-Afrika Düşünce Kuruluşları Buluşması’nı düzenlemekteyiz. Birincisi düzenlenecek olan bu toplantının ana teması “Çok Yönlü İşbirliğini Geliştirme Arayışları” olacaktır.

T.C. Başbakanlık Yurtdışı Türkler ve Akraba Toplulukları Başkanlığı işbirliği ile düzenleyeceğimiz bu buluşma ile birlikte Türk ve Afrika düşünce kuruluşlarının ortak tecrübe paylaşımı sağlanmış olacak ve bir gelecek vizyonu çizilmeye çalışılacaktır. Bu buluşmanın en büyük amaçlarından bir tanesi Türk ve Afrika düşünce kuruluşlarına ortak çalışma zeminini oluşturmaktır. Bu doğrultuda düşünce kuruluşları ortaklığı ile birlikte devletlerin destekleyebileceği projelerin, akademik ve bilimsel değişim programlarının ortaya çıkması hedeflenmektedir.

Buluşma metinleri için tıklayınız: TR, ENG, FR

Davetiye ve Açılış Programı için tıklayınız.

Buluşma programı için tıklayınız.

Buluşma afişleri için tıklayınız: TR, ENG

Buluşma logoları için tıklayınız: TR, ENG

Sonuç bildirgesi için tıklayınız.

The post Türk-Afrika Düşünce Kuruluşları Buluşması appeared first on ORDAF.

Müslüman Kardeşler ve Mısır Hükümetleri

Türk-Afrika Düşünce Kuruluşları Buluşması Sonuç Bildirgesi

$
0
0

Ortadoğu ve Afrika Araştırmacıları Derneği (ORDAF) ile Başbakanlık Yurtdışı Türkler ve Akraba Topluluklar Başkanlığı’nın birlikte düzenledikleri ve 19 – 20 Aralık 2015 tarihlerinde İstanbul’da gerçekleştirilen I. Türk – Afrika Düşünce Kuruluşları Buluşması başarı ile tamamlanmıştır. Başbakan Sayın Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu ve Başbakan Yardımcısı Sayın Doç. Dr. Yalçın Akdoğan’ın da katıldıkları zirveye otuzdan fazla Afrika ülkesinden, ellinin üzerinde çeşitli sivil toplum kuruluşlarının temsilcileri bir araya gelmiştir. Türkiye’de ilk defa gerçekleştirilen bu buluşma çerçevesinde iki gün boyunca üç oturum, üç çalıştay ve bir değerlendirme oturumunda temsilciler Türk Afrika ilişkilerinin geleceğini tartıştılar. “Çok Yönlü İşbirliğini Geliştirme Arayışları” ana teması etrafında Türk Afrika İlişkilerinin 2050 vizyonunun belirlenmeye çalışıldığı bu buluşmanın sonuç bildirisi aşağıda verilmiştir.

  1. Türk – Afrika Düşünce Kuruluşları buluşmaları sürekli hale getirilmelidir ve bu faaliyetlerin gerçekleştirilebilmesi için sabit bir fon oluşturulmalıdır.
  2. Afrika’dan üniversite eğitimi için Türkiye’ye gelen Afrikalı öğrencilerin sayısı arttırılmalıdır. Zira bunların Türk Afrika ilişkilerinin geliştirilmesinde önemli katkılar sağlayacaklarında kuşku yoktur. Aynı öğrencilerin geri dönüp kendi ülkelerinin geleceğini inşa etmede yer almalarına imkân sağlanmalıdır. Ayrıca üniversiteler arası öğretim üyesi ve araştırmacı değiş-tokuşu için var olan imkânlar kullanılmalı, bu konudaki bürokratik engeller en aza indirilmeli ve ihtiyaçlara göre yeni düzenlemeler yapılmalıdır.
  3. Afrikalı öğrencilerin yükseköğretimde Türkiye’yi tercih etmelerinin cazip hale getirilmesi önem arz etmektedir. Bu bağlamda Afrika’daki köklü geçmişe sahip üniversitelerle işbirliği anlaşmalarının sağlanması ve karşılıklı programlar vasıtasıyla özel ilgi alanlarının oluşturulması gerekmektedir. Ayrıca bilgi alışverişinin ve karşılıklı etkileşimin en iyi yollarından birisi olan beyin göçünün Türkiye tarafından etkin bir şekilde kullanılması önem arz etmektedir. Bu yönüyle Yurtdışı Türkler ve Akraba Topluluklar Başkanlığı’nın Türkiye Bursları programları, Afrikalı sivil toplum kuruluşlarının desteğiyle daha verimli hale getirilmelidir.
  4. Yaşanan bölgesel olaylarda karşılıklı bilgi alış-verişinin önemi apaçıktır. Türkiye ile Afrika arasında doğrudan haberleşme ağının takviye edilmesi gereklidir. Ayrıca düşünce kuruluşları arasında da bir bilgi ağı oluşturulması zorunluluk arz etmektedir.
  5. Türkiye ve Afrika ülkeleri arasında basılı ve dijital dokümantasyon merkezleri kurularak ortak veritabanı oluşturulmalıdır ve farklı Afrika ülkelerinden gelen veriler bu havuzda toplanmalı ve farklılıklar hem muhafaza edilmeli hem de geliştirilmelidir.
  6. Türkiye ile Afrika arasındaki ilişkiler, sıradan ortaklıklardan ziyade, geçmişten gelen tarihi bağlar ekseninde Türkiye-Afrika gerçekliği dikkate alınarak düşünülmelidir. Türkiye’nin Afrika’da, Afrika’nın Türkiye’deki öncelikleri tespit edilmelidir. İlişkiler sadece tarih bağlamında değil, yeni ihtiyaçlara göre şekillendirilerek yeni bir boyut kazanmalıdır. Afrika’yı daha geniş bir bağlam içerisinde ele almak; kamu sektörü (diplomatik ve siyasi), özel sektör (ticaret ve yatırım), gençlik ve kadın, sağlık, eğitim ve akademik alanlar çerçevesinde yeni ilişkiler tesis edilmelidir. Türkiye bölgesel kurumlar ile olan ilişkilerini arttırmalı ve sadece Afrika Birliği’ne bağlı kalmamalıdır.
  7. İklim, çevre, sağlık, eğitim, sivil toplum, medya, göç-diaspora, yönetim ve güvenlik gibi konularda küresel işbirliğinin yapılması zorunluluk arz etmektedir. Bu alanlarda Türkiye Afrika arasında ilişkiler kurulurken iki tarafın ağları kullanılmalıdır, özellikle Afrika’nın dünya ile bütünleşmesinde Türkiye’nin istasyon görevi görmesi pozitif etki yaratacaktır. Türkiye-Afrika ilişkilerinde sadece kıta ilişkileri dikkate alınmamalı, Afrika diasporası da bu konuda teşvik edilmelidir. Türkiye sadece Afrika ülkeleri ile değil, Afrika diasporasına da dönük programlar düzenlemelidir.
  8. Medyanın sivil toplum kuruluşları üzerindeki etkisi dikkate alınarak, medyaya sağlıklı bilgiler ulaştırılmalı ve medya üzerinden toplumlara yapıcı mesajların iletilmesine özen gösterilmelidir. Bu maksatla Afrika medyasının modern ekipman ve tekniklerle donatılması önemlidir. Sadece Türkiye’deki televizyonlarda Afrika haberleri vurgulanmamalı, aynı zamanda Türk televizyonları tüm Afrika kıtasından erişilebilecek yayınlar yapmalı ve bu yayınlar İngilizce, Fransızca ve Arapça olarak erişilebilir olmalıdır.
  9. Afrika’nın kendi içinde sahip oluğu mevcut potansiyelinin sürekli vurgulanması gerekmektedir. Dünya basınında Afrika imajının hak ettiği konuma yükseltilebilmesi için filmler ve belgeseller hazırlamak suretiyle medya ve sinema sektörleri aktif olarak kullanılmalıdır.
  10. Afrika ile diğer ülkeler arasında yapılan ikili ilişkilerde “eşit ortaklık” esas olmalı ve Afrika ülkeleri sadece kabul eden veya veren konumunda olmamalıdır.
  11. Afrika’daki yerel kütüphaneler geliştirilerek Türkiye ile ortak bilimsel havuzlar oluşturulmalıdır. Ayrıca ortak veya müstakil olarak Afrika üzerine çalışmaları yayınlayacak bir yayınevi kurulmalıdır.
  12. Türkiye kıta coğrafyasında yapmış olduğu insani yardımlar yanında Afrika’daki çatışma bölgelerinde uzlaşı ve barışın sağlanması noktasında yardımcı olmalıdır. Bu amaçla özellikle Türkiye merkezli çatışma çözümleme misyonları ve enstitüleri kurulmalıdır. Bu amaçla sorunları araştıran ekipler ve arabuluculuk yapabilecek yetkin insanlar yetiştirilmelidir.
  13. Afrika’nın tarihini aydınlatmak amacıyla Afrika ülkelerindeki milli arşivler ile Başbakanlık Osmanlı Arşivleri’nin ikili antlaşmalar yapması ve hali hazırda mevcut çalışmaların Arapça, Fransızca ve İngilizce gibi dillere tercüme edilerek o ülkelerle paylaşılması akademik bilgi paylaşımı noktasından son derece önemlidir.
  14. Türkiye’deki yasalaştırma ve yerel yönetim tecrübelerinin Afrika’daki partnerleri ile Afrika şartlarına adapte edilmesi için çalışmalar yapılmalıdır.
  15. Birleşmiş Milletler sürdürülebilir kalkınma hedefleri doğrultusunda “Sağlıklı Afrika 2015/2030 Projesi” sivil toplum girişimiyle başlatılmalıdır.
  16. ORDAF, Yurtdışı Türkler ve Akraba Topluluklar Başkanlığı desteğiyle Afrika ile Türkiye arasındaki sivil toplum düzeyindeki ilişkilerin geliştirilmesinde çatı rolünü üstlenmelidir. Bu amaçla bir ön komisyon kurulmalı Afrika’daki partnerlerin ağları kullanılarak kapasite araştırması yapılmalıdır. Ortaya çıkacak ön çalışmalar sonunda çatı kuruluşun teşkilat yapısı yapılacak bir çalıştayda ele alınmalıdır.
  17. Bu hedeflere varmak için oluşturulacak çalışma grupları, kısa ve uzun vadeli hedefleri belirleyerek 2050’de 2 milyarı aşacak olan kıta hakkındaki vizyon sağlıklı bir şekilde ortaya konulmalıdır.
  18. Türkiye ve Afrika ülkeleri arasında ticari ve ekonomik işbirliğini ilerletme açısından bir strateji ve eylem planı geliştirilmelidir.
  19. THY’nin Afrika’da pek çok noktaya uçması, Türkiye-Afrika ilişkilerinin gelişmesinde önemli bir zemindir, ancak uçuş fiyatlarının bu maksada hizmet eder şekilde planlanmasında da yarar görülmektedir.
  20. Türkiye’nin Hint Okyanusu’nda korsanlık karşıtı inisiyatifi desteklenmelidir. Türkiye sadece korsanlık karşıtı faaliyetler ile sınırlı kalmamalı Hint Okyanusu ve ona kıyı ülkelerde okyanus ekonomisinin gelişimine de katkı sağlayacak planlamalar yapmalıdır.

Bildirgeyi PDF olarak indirmek için tıklayınız: TR, ENG, FR

The post Türk-Afrika Düşünce Kuruluşları Buluşması Sonuç Bildirgesi appeared first on ORDAF.

Mühtedî Bir Sadrazam Olmak: İzmirli Salih Paşa

Osmanlı Ordusunun Modernizasyonu: Irak ve Hicaz Ordusu

Afrika’da Cihatçılık

$
0
0

afrikada-cihatcilik-kapak

Afrika’da Cihatçılık: Yerel Sebepler, Bölgesel Büyüme, Uluslararası İşbirliği

Bu raporda, ORDAF olarak Stiftung Wissenschaft und Politik (SWP Berlin) tarafından Guido Steinberg ve Annette Weber editörlüğünde Afrika coğrafyasında faaliyet gösteren ve kendilerini “cihatçı” olarak gösteren örgütler ve gruplar üzerine hazırlanan Afrika’da Cihatçılık: Yerel Sebepler, Bölgesel Büyüme, Uluslararası İşbirliği başlıklı raporun Türkçe tercümesini sizlere sunuyoruz. 

Bu detaylı raporda, -ORDAF olarak kavrama ihtiyatla yaklaşmak ile birlikte- Afrika’daki “cihatçı” grupların temel motivasyonları hakkında verilen genel çerçevenin yanında Tunus, Cezayir ve Libya’daki faaliyetleri ve ayrıca Eş-Şebab, Boko Haram gibi Kuzey Afrika dışında faaliyet gösteren gruplar hakkında da geniş bilgi bulacaksınız. Bunun yanında bu önemli rapor, konu hakkında sorunları ortaya koymanın yanında bir takım çözüm önerileri de sunmaktadır. Unutulmamalıdır ki, bahsi geçen sorunlar sadece Afrika’nın ya da İslam toplumlarının sorunları değildir. Bu yüzden bu konularda yerel öneri ve çözümler önemli olmakla birlikte global düzeyde ele alınmaması halinde çözüme kavuşturulmaları mümkün değildir. Bu çerçevede bu rapor şu başlıklara dikkatleri çekmektedir:

  1. Yerel özellikler, dinamikler ve sosyal şartlar dikkate alınmadan soruna yaklaşmak yetersizdir.
  2. Sorunun küresel boyutu incelenirken, bu tür illegal oluşumların kendilerini meşrulaştırdıkları söylemin (genellikle İslam ile ilişkilendiren) özensizce kullanılmaması gerekmektedir.
  3. Soruna sadece terör ve güvenlik ekseninden bakarak, sosyal ve bölgesel gerçeklerden uzaklaşmak yeni kaoslara sebep olacaktır.
  4. Sorun her ne kadar küresel nitelik taşısa da farklı yerlerdeki farklı yapılanmaların bir bütünlük içinde ve aynı bağlamda ele alınması doğru değildir.

“Afrika’da Cihatçılık: Yerel Sebepler, Bölgesel Büyüme, Uluslararası İşbirliği” raporunu indirmek için tıklayınız.

The post Afrika’da Cihatçılık appeared first on ORDAF.


Eş-Şebâb Örgütü’nün Anatomisi

$
0
0

Somali tarihinin son yüzyılında, dönüm noktası olarak sayılabilecek iki temel olgu vardır. Bunlardan birincisi, 1969’da Muhammed Siad Barre’nin [1] (1919-1995) darbeyle Somali’de iktidara gelerek otoriter bir idare anlayışı benimsemesidir. İkincisi ise; Barre rejiminin 1991 yılında yıkılması ve ülkedeki kabilecilik anlayışının bir neticesi olarak merkezî yönetimin bu tarihten itibaren kurulamaması sonucu ülkenin kuzeydeki Somaliland ve yarı-özerk Puntland olarak iki ana parçaya bölünmesidir.

Muhammed Siad Barre’nin, iktidara gelir gelmez yaptığı ilk şey, otokratik bir yönetim kurmak ve sosyalizm modelini benimsemek olmuştur. [2] Stalin dönemini anımsatan uygulamaları benimseyen Barre, idaresi karşısında tehlike olarak gördüğü, içtimaî veya siyasî bütün yönleriyle İslam’ı savunanlara karşı adeta savaş açmıştır. Bu dönemde, katı ve laik reformist bir anlayış çerçevesinde revizyona gitmeye çabalamış ve bu çabaların bir ürünü olarak seküler bir anayasa oluşturmuştur. Müslüman halk ile Barre hükümeti arasındaki tam kopuş, yeni anayasa hükümlerinin reddedilmesine bir cevap olarak Barre’nin kimi zaman idama varan sert müdahalesiyle yaşanmıştır. Somalili yazar Elmi’ye göre; bu olayda işkence gören ve öldürülen kişilerin Somali toplumunun hafızasında açmış olduğu yaralar, günümüzde var olan sorunların da arka planını oluşturmaktadır. [3]

Eş-Şebab’ın Kuruluş Aşaması

Eş-Şebab, Sufî İslam anlayışının geniş bir alan bulduğu ve neredeyse halkın tamamı tarafından kabul edildiği Somali’de, Barre hükümetine karşı, 1983’te Vehhabî temelli bir hareket olan İslam Birliği Örgütü’nün (el-İttihâdü’l-İslamî) küllerinden doğmuştur. Bu örgüt, kurmayı hedeflediği devletin sınırlarını Somali’den Kuzeydoğu Kenya, Etiyopya’nın Ogaden Bölgesi ve Cibuti’ye kadar uzatmayı planlamıştır. Yönetimin değiştirilerek, şer‘î yönetimin esas alınmasını savunan örgüt, bu fikri alt yapının bir getirisi olarak Ortadoğu’daki Selefî-Vehhabî hareketlerden de her türlü desteği almıştır. [4] 2004 yılında İslam Birliği Örgütü’nün ABD [5] ve Etiyopya kuvvetlerince yok edilmesi üzerine, ülkede bir arayış içerisinde olan ve radikal olarak nitelendirilen gruplar, 2006 yılında yeni bir oluşum içerisine girmişler ve ülkedeki kaotik ortamı bir nebze olsun yatıştırmak amacıyla İslam Mahkemeleri Birliği Örgütü’nü (el-İttihâdü’l-Mehâkimü’l-İslâmiyye) kurmuşlardır. 2006 yılında İslam Mahkemeleri Birliği Örgütü’nün askeri kanadı olarak Somali tarihindeki yerini alan eş-Şebâb örgütünün yapısal özellikleri, Somali’nin sosyal, ekonomik, toplumsal, kültürel ve siyasal yapısıyla iç içelik arz etmektedir.

İslam Mahkemeleri Birliği Örgütü, uluslararası bağlantıları aracılığıyla yurtdışından taraftarlarının da desteğini almıştır. Ele geçirdiği bölgede şer‘î yönetimi uygulayan ve esas olarak siyasi hedefler taşıyan örgütün askeri kanadını ise Mücahid Gençlik Örgütü (Hareketü’ş-Şebâbi’l- Mücahidîn) oluşturmaktadır. 2006 yılı sonlarında Başkent Mogadişu için hayati öneme sahip olan Baydevâ (بيدوا‎) şehrini ele geçirmek isteyen İslam Mahkemeleri Birliği Örgütü, Etiyopya’nın sert müdahalesiyle karşılaşmış ve ABD destekli Etiyopya ordusunun karadan ve havadan yaptığı müdahaleler karşısında büyük bir yenilgiye uğramıştır. Eylül 2012’de Somali Federal Geçiş Hükümeti’nin Devlet Başkanı olan Şeyh Şerif Ahmed’in liderliğini yaptığı İslam Mahkemeleri Birliği Örgütü’nün, bu hezimet karşısında dağılmaya yüz tutması ve bu durumun da Somali’deki iç karışıklıkları iyice tırmandırması üzerine Mücahid Gençler Hareketi, kısa adıyla eş-Şebâb, bağımsız yeni bir direniş örgütü olarak faaliyetlerine başlamıştır.

Örgütün Yapısı ve Faaliyetleri

Örgüt, üç katmanlı bir piramit şeklinde yapılanmıştır. Buna göre; Kiyâde olarak adlandırılan en tepedeki kısımda örgütün önder kadrosu; ikinci katmanda muhacirler, yani yabancı savaşçılar ve yabancı pasaport sahibi Somalililer; en alt katmanda ise yerli Somali savaşçılarından oluşan Ensar grubu yer almaktadır. [6]

Ülkenin kabile toplumu olması ve kabilevî bağlarının hâlâ çok güçlü olması, hükümetin ülkeyi yönetmesini zorlaştırmakla birlikte eş-Şebâb gibi terör örgütlerinin üye toplamasına ve propaganda yapmasına da olanak sağlamaktadır. Halkın % 85’i Somali etnik grubuna; % 15’i Bantu ve diğer kabilelere mensuptur. [7] Bu bağlamda “Somali Sorunu” olarak ifade edilen ülkenin istikrarsızlığının başlıca nedenlerini şu şekilde sayabiliriz [8]:

  1. Kaynak ve güç mücadelesi,
  2. Sömürge sonrası meşruiyet sorunu ve askeri rejimin baskıları,
  3. Siyasallaşan kabile kimliği,
  4. Silahların bulunabilirliği,
  5. İşsiz çok sayıda insanın varlığı gibi etkenler.

Örgüt mensupları genellikle yaşları 18 ila 40 arasında değişen bireylerden oluşmaktadır. Örgütün erken dönemlerinde yerel üniversitelerden ve teknik okullardan katılımlar olmakla birlikte; örgüt mensuplarının çoğunluğunu eğitimi terk etmiş kişiler ve işsizler oluşturmaktadır. Örgüt üyelerinin temel özellikleri, geçmişte yabancı işgalinden, cihâd propagandasından ve Somali milliyetçiliğinden etkilenmiş kişiler olmalarıdır. Tarihsel ve toplumsal hafıza, kişileri “Somali için mücadele etme” kavramı altında toplayabilmektedir. Örgüt üyeleri, kamplarda askerî ve ideolojik eğitim almaktadırlar. [9] Örgütün ülke dışındaki ilk büyük saldırısı ise 2010’da Uganda’da gerçekleşmiştir.

Eş-Şebâb, kuruluşundan itibaren tüm uluslararası terör örgütleriyle bağlantı halinde olmuştur. Örgütün bilhassa Sufî anlayışa sahip Somali’de Vehhabî bir örgüt olarak kurulması ve sahip olduğu “cihâd” ideolojisi, Ortadoğu’dan ve diğer bölgelerden birçok muhalifin örgüte katılımını sağlamıştır. Bunun dışında bu örgüt yapılanması, insan gücü ihtiyacını kabilelerden ve diasporadaki Somalililerden karşılamaktadır. Kabilelerden şantaj, baskı yoluyla insan gücü sağlanmakla birlikte, bazı kabilelerle ortak yapılan kaçakçılık ve uyuşturucu ticareti gibi etkenler de katılımı arttırmaktadır. Örgütün ikili ilişkilerde bulunması, güçlü bir istihbarat ve finans ağına sahip olması bölgedeki etkinliğini ve siyasi nüfuzunu arttırmaktadır. [10] Ayrıca Etiyopya’nın Doğu Afrika ve Afrika Boynuzu’ndaki etkinliğini zayıflatmak istemekle birlikte Eritre ve Mombasa’daki turizm gelirlerinden mahrum olmak istemeyen Kenya, eş-Şebâb örgütünü iç güvenliği için açık bir tehdit unsuru olarak görmektedir.

Örgüt, idarî anlamda çok başlı bir yapı göstermektedir. Örgüt üzerinde etkili olan tek bir liderden bahsetmek mümkün gözükmemektedir. Bilakis ülke üzerinde kendi yönettiği bölgeler ve şehirler bulunan eş-Şebâb Örgütü’nde her bölgeyi ayrı kişiler yönetmektedir. Bu, örgütün adem-i merkeziyetçi yapısını göstermekteyse de, örgüt halka karşı oldukça otoriter bir idare tarzı uygulamaktadır.

eş-Şebâb Örgütü’nün en tanınmış lideri olarak bilinen Şeyh Ebû Zübeyir, baştan beri ideolojik olarak bağlı bulunduğu el-Kaide Terör Örgütü lideri ez-Zevâhirî’ye bağlılığını dile getirerek 10 Şubat 2012’de el-Kaide ile resmen birleşmiştir. Ülkesinde Selefî olan diğer örgütlerinden, küresel çapta amaçlar taşımasıyla ayrılan eş-Şebâb, bu birleşmeyle uluslararası terörist faaliyetlerde bulunabilme imkânlarını artırmıştır. Eş-Şebâb, kendisine hedef olarak ilk dönemlerde yabancı işgal güçlerini seçtiyse de, işgalci güçlerin Somali’den çekilmesi ve 2004’te kurulan Federal Geçiş Hükümeti’nin son dönemlerde etkisini artırması üzerine devlet yöneticilerini, bürokratları ve parlamento üyelerini kendisine hedef seçmiştir. Birleşmiş Milletler’in, Uluslararası Kızılhaç Örgütü’nün ve diğer yardım kuruluşlarının bölgede yürüttüğü insanî yardım faaliyetleri de örgütün tehdit algılamasına sebep olduğu için, bu kuruluşlar da zaman zaman eş-Şebâb’ın saldırılarına maruz kalmaktadırlar. Eş-Şebâb, bu sayede ülkeye yapılan uluslararası yardımların ülkeye girişini engelleyerek halkı kendisine muhtaç hâle getirmeyi amaçlamaktadır. Ülkede olmayan barışı koruma amacıyla konuşlanmış bulunan AMISOM unsurları da eş-Şebâb’ın hedefi haline gelmekte ve AMISOM askerleri ile eş-Şebâb arasında sıklıkla çatışmalar yaşanmaktadır. Bu çatışmalar, eş-Şebâb’ın en önemli finans kaynaklarından biri olarak görülen Mogadişu’daki Bakara pazarında tüccarlara uyguladığı vergilendirmeyi ortadan kaldırmak istemesinden kaynaklanmaktadır. [11]

Örgüt üyeleri ile Somali Federal Geçiş Hükümeti’ne bağlı askerler ve polisler arasında, şehirler ve bölgeler üzerinde hâkimiyet sağlamaya yönelik çatışmalar da sık sık görülmektedir. [12] Bu bağlamda Somali hükümetini devirmeyi amaçlayan örgüt, özellikle başkent Mogadişu’da terör saldırılarını giderek arttırmış durumdadır. Somali ordusu ve Afrika Birliği askerleriyle kırsaldaki çatışmalar ise halen sürmektedir. Buna ek olarak 2010 yılında Uganda’nın başkenti Kampala’da gerçekleştirdiği ve 74 kişinin öldüğü intihar saldırıları yanında 23 Eylül 2013’te Kenya’nın başkenti Nairobi’de bulunan Westgate Alışveriş Merkezinde 72 kişinin ölümü ile sonuçlanan üç günlük abluka ile Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) diplomatlarının bulunduğu konvoya düzenlediği saldırı eş-Şebâb’ın amaçları ve operasyonel kapasitesi açısından önemli mesajlar vermektedir. Özelde Türkiye açısından ise 28 Temmuz 2013 tarihinde Türkiye’nin Somali Büyükelçiliğine yapılan ve eş-Şebâb tarafından gerçekleştirilen terör saldırısı, Türkiye olarak Somali konusuna daha özel bir ihtimamla yaklaşılmasını zorunlu hale getirmiştir. [13]

Küresel Rekabet Vekil Örgütleri Güçlendiriyor

Tüm terör örgütleri gibi eş-Şebâb’ın da bölgedeki yabancı varlığının meşruiyet kaynağı olmasından ötürü, şimdiden sonunun geleceğinin söylenmesi oldukça zordur. el-Kaide ile birleşmesi de, örgütün kritik zamanlarda stratejik müdahalelerde bulunacağını ve bu türden dış müdahalelere kapı aralayacağını göstermektedir. Somali’nin jeopolitik önemi de dikkate alındığında, bu bölgede güçlü bir devletin mevcudiyetinin bölgesel ve küresel güçleri rahatsız etme ihtimali oldukça yüksektir. Bu nedenle de eş-Şebâb’ın taşeron olarak terör faaliyetlerinde bulunmak üzere Somali siyasî hayatında hâlihazırda etkinliğini sürdüreceğini söylemek yanlış olmayacaktır. Zira son dönemde bilhassa Kismayo liman şehri, örgütün kontrolünden çıktıktan sonra maddi sıkıntı çekmeye başlayan eş-Şebâb’ın metot açısından değişikliğe giderek, yeniden toparlanmak için Somali açıklarında korsanlık eylemleri yürüten ve fidye toplayan gruplarla işbirliği yapmaya başlaması da bu durumu teyit etmektedir.

eş-Şebâb terör örgütü, diğer illegal yapılanmalarla yapısal bakımdan hem farklılıklar hem de benzerlikler göstermektedir. Örgütün mensuplarının yaş ortalamaları, örgütlerin genel manada mücadele ve eylem yöntemleri, beslendiği kökler, halkın bu örgütlere bakışı, bölge halklarının eğitim durumu, bulundukları ülkelerin etnik durumları ve geçmişleri benzerlikler göstermekteyken; örgütlerin mücadeledeki hedefleri, eylem sahaları, düşman algıları, mücadele ettikleri ve hedef aldıkları kişiler ve kurumlar ile faaliyet gösterdikleri ülkelerin ekonomik, toplumsal ve dinî yapıları farklılık arz etmektedir.

Afrika’da ortaya çıkan tedhiş/terör yapılanmalarının, bölgede hakimiyet kurmak ve siyasi-ekonomik çıkar sağlamak isteyen ikinci ve üçüncü devletler için stratejik bir araç haline geldikleri açıktır. Gerek Fransa, gerekse ABD ve Çin olmak üzere uluslararası sistemin güçlü aktörlerinin kıtaya olan artan ilgisi ayrıca rekabet ortamını da beraberinde getirmiştir. Bu süreçte uyuma sürecindeki illegal yapıların, bu rekabet tarafından tetiklendiği ya da harekete geçirildikleri ve bu sayede büyük bir ivme kazanarak yerlerini sağlamlaştırdıkları dikkatlerden kaçmamalıdır.

Sovyetler Birliği’nin 26 Aralık 1991’de resmen dağılması ve Soğuk Savaş’ın ABD lehine sonuçlanarak tek kutuplu bir uluslararası sistemin oluşması, Afrika’nın jeopolitik değerinde göreceli olarak bir kayba neden olsa da; bu süreçten bilhassa Somali de payına düşeni almıştır. Zira Somali’nin civar ülkelerdeki enerji kaynaklarına yakın olması, ABD’nin bu ülkeye olan ilgisinin azalmamasına; aksine giderek artmasına imkân sağlamıştır. Bu durumun bölgede güçlü bir devletin mevcudiyetinin bölgesel ve küresel güçleri rahatsız etme ihtimali oldukça yüksektir. Bu yüzden tüm terör örgütleri gibi eş-Şebâb da bölgedeki yabancı varlığının meşruiyet kaynağı olmasından ötürü, şimdiden sonunun geleceğinin söylenmesi oldukça zordur.

Arap Baharı sonrası Afrika’da yaşanan gelişmeler ve ortaya çıkan farklı grupların, isyanı başlatan çekirdek kadrolarının farklı etnik grupları içerisinde barındırması ve bunların gelişmiş silahlarla ve daha fazla maddi imkânla ortaya çıkmaları dikkat çekmektedir. Bu grupların dile getirdikleri nihai hedeflerinin farklılık arz etmesi, yerel halkların talepleri ile bölgede ortaya çıkan yapay tedhiş hareketlerinin aynı görülmemesi için başka bir sebeptir. Afrika’daki el-Kaide benzeri yapıların, kıta genelinde fikirlerini nasıl yaydıkları, taraftarlarının kimler olduğu ve hangi ülkelerden destek aldıkları ile ilgili sorulara net bir cevap verilememesi de bu tezimizi güçlendirmektedir. Mesela bu oluşumlar içinde Avrupalı mühtedi imajı veren insanların varlığı bilinmektedir. Perdenin arkasında kimler vardır, bu terör örgütlerinin faaliyetlerinin zirve yapmasından sonra nasıl bir ortam oluşmaktadır gibi sorularına verilebilecek cevaplar pek de iç açıcı değildir.

Tüm bunlara rağmen bu tedhiş/terör örgütlerin silahlı güce sahip olmaları, ellerindeki gücü sivil halk arasında korku salmak için kullanmaları ve amaçları için şiddete başvurmaktan çekinmemeleri de dikkate alındığında bu örgütlerin faaliyetlerinin terör eylemi olarak nitelenmesi haksız değildir. Her ne kadar kimi çevreler tarafından çeşitli istihbarat kuruluşlarının yönlendirdiği vekil örgütler olarak nitelendirilseler de bu örgütlerin varlığı ve gerçekleştirdikleri şiddet eylemleri sonucunda bölgedeki halk üzerinde korku atmosferinin oluştuğu da yadsınamaz bir gerçektir.


[1] Askerî darbe sonucu iktidarı ele geçirmiş ve 1969-1991 yılları arasında Somali Demokratik Cumhuriyeti’nin devlet başkanı olmuştur. İktidarı sırasında Jaalle Siyaad yani Yoldaş Siad olarak kendisini tanıtmıştır.

[2] J. Gettleman, “The Most Dangerous Place in the World”, Foreign Policy, 16 February 2009, s. 2-3.

[3] A. A. Elmi, Somali: Kimlik, İslami Hareketler ve Barış, Açılım Kitap, İstanbul 2012, s. 56.

[4] Daveed Gartenstein – Ross, “The Strategic Challenge of Somalia’s Al-Shabaab Dimensions of Jihad”, Middle East Quarterly, Fall 2009, http://www.meforum.org/2486/somalia-al-shabaab-strategic-challenge?gclid=CLT-qeawsKMCFYxi2godo0-W3w, Erişim tarihi: 26.05.2013.

[5] Amerikan Başkanı George H.W. Bush döneminde 1992 yılında binlerce asker bölgeye sevk edilince, bu durum bölge halkını rahatsız etmiş ve 1993’te Somalili milisler, ellerindeki bazukalarla sokaklara dökülmüş ve iki Amerikan “Kara Şahin” (Black Hawk) helikopterini düşürerek öldürdükleri Amerikan askerlerinin cesetlerini sokaklarda sürüklemişlerdi. İşte bu olaydan ilham alınarak çekilen “Kara Şahin (Black Hawk)” filmi, ABD’nin bu bölgedeki faaliyetlerinin kamu vicdanında meşru gösterilmek amacıyla kurgulanmış filmlerden sadece biridir. Bkz. T. J. Harder,” Book Review: Black Hawk Down”, (Yazar Mark Bowden), Military Law Review, December 2000.

[6] Kamil Yılmaz, “Ülke Savunmasından Küresel Dini İstismar Eden Terörizme: “El-Şebab” Örneği ve Türkiye Açısından Yansımaları, Uluslararası Güvenlik ve Terörizm Dergisi, 5 (1), 2014, s. 37.

[7] http://www.mfa.gov.tr/somali-kunyesi.tr.mfa, T.C. Dışişleri Bakanlığı Resmi Sitesi, Erişim Tarihi: 26.05.2013.

[8] Kapsamlı bilgi için bkz. A. A. Elmi, Somali: Kimlik, İslami Hareketler ve Barış, Açılım Kitap, İstanbul 2012.

[9] Daveed Gartenstein-Ross, “The Strategic Challenge of Somalia’s Al-Shabaab Dimensions of Jihad”, Middle East Quarterly, Fall 2009, http://www.meforum.org/2486/somalia-al-shabaab-strategic-challenge?gclid=CLT-qeawsKMCFYxi2godo0-W3w, Erişim tarihi: 26.05.2013.

[10] Valter Vilkko, “Al-Shabaab: From External Support to Internal Extraction”, Uppsala Universitat, 8 Mart 2011, http://ancien.operationspaix.net/IMG/pdf/UU_AlShabab_FromExternalSupporttoInternalExtraction_31-03-2011_.pdf, Erişim tarihi: 26.05.2013.

[11] Örgütün finansal kaynakları için bkz. Geoffrey Kambere, “Financing Al Shabaab: The Vital Port of Kismayo”, Combatting Terrorism Exchange (CTX), 2 (3), 2012, https://globalecco.org/financing-al-shabaab-the-vital-port-of-kismayo, Erişim tarihi: 28.11.2015.

[12] Valter Vilkko, “Al-Shabaab: From External Support to Internal Extraction”, Uppsala Universitat, 8 Mart 2011, http://ancien.operationspaix.net/IMG/pdf/UU_AlShabab_FromExternalSupporttoInternalExtraction_31-03-2011_.pdf, Erişim tarihi: 26.05.2013.

[13] Yılmaz, “a.g.m.”, s. 28.

The post Eş-Şebâb Örgütü’nün Anatomisi appeared first on ORDAF.

Sosyal Bilimler Lisansüstü Öğrenci Sempozyumu – II

$
0
0

Sempozyuma Davet

Marmara Üniversitesi Tarih bölümünün başlattığı ve 6 sene süren öğrenci sempozyumları 2015 yılında Sosyal Bilimler Lisansüstü Öğrenci Sempozyumu adını almıştır. Sosyal Bilimler Lisansüstü Öğrenci Sempozyumu’nun ikincisi bu yıl 17-18 Mayıs 2016 tarihleri arasında İstanbul’da düzenlenecek ve tüm sosyal bilimler alanlarından gelecek başvurulara açık olacaktır. Sosyal Bilimler alanlarındaki lisansüstü öğrencilerini, sürdürdükleri tezlerinden ya da bağımsız çalışmalarından hazırlayacakları bir tebliğ ile bu sempozyuma davet ediyoruz. Sempozyum katılımcıları gönderilen özetler arasından bilim kurulu tarafından seçilecektir. Bir oturum oluşturmayacak (dört tebliğ) sayıda başvuru alınan disiplin olursa, bu disiplinin oturumu yapılmayacaktır. Ancak bilim kurulunca yayınlanabilir nitelikte bulunması halinde bu makale sempozyum kitabında yer alacaktır.

Katılım Şartları

  • Katılımcıların sosyal bilimler alanlarında lisansüstü eğitime devam ediyor olmaları gerekmektedir (Güncel öğrenci belgesi ile kanıtlanmalıdır). 

  • Sürdürdüğü tezinden tebliğ sunacakların danışmanından onay alması ve yayınlanma aşamasında çalışmalarını birlikte yayınlamaları gerekmektedir (öğrenci ve danışman ismi ile). 

  • Sempozyum tarihinde tebliğ metinleri, yayınlanmak üzere yürütme kuruluna teslim edilecektir. 

  • Sempozyuma başvuru ve katılım ücretsizdir ancak katılımcılar tüm masraflarını (varsa yol ve konaklama giderleri) kendileri karşılayacaktır. 


Bildiri özetleri sosyalbilimlerkongresi@yandex.com adresine gönderilecektir. Özetlerde bildiri başlığı, başvuranın adı-soyadı, üniversite ve bölümü, e-posta ve telefon bilgileri yer almalıdır. Bildirilerin tezden üretilip üretilmediği belirtilmelidir. Özetler 300 kelime civarında olmalıdır. Yazı formatı olarak Times New Roman, 12 punto ve 1.5 aralık kullanılmalıdır. Tebliğ metinlerinde M. Ü. Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü’nün referans kriterleri kullanılmalıdır. 


Bildiri Özetlerinin En Geç Gönderim Tarihi: 20 Nisan 2016

Kabul Edilen Bildirilerin Duyuru Tarihi: 01 Mayıs 2016 


Davet metnini indirmek için tıklayınız.

The post Sosyal Bilimler Lisansüstü Öğrenci Sempozyumu – II appeared first on ORDAF.

Libya’da İstikrar Arayışı: BM Girişimi ve Faiz Serrac Hükümeti

$
0
0

Analizi PDF olarak okumak ve indirmek için tıklayınız.

Trablus merkezli Milli Genel Kongre (MGK) ve Tubruk merkezli Temsilciler Meclisi (TM) etrafında toplanmış silahlı ve sivil unsurlar arasında yaşanan siyasi kriz ve silahlı çatışmalara son vermek için Birleşmiş Milletler (BM) Libya Heyeti bir inisiyatif başlatmıştır. Libya’da çatışan tarafların uzun süren müzakereleri sonucunda Fas’ın Suheyrat kentinde 17 Aralık 2015 tarihinde BM Libya Heyeti’nin hazırladığı çözüm taslağı imzalanmıştır.

BM Libya Heyeti’nin hazırladığı çözüm taslağı çerçevesinde Ulusal Uzlaşı Hükümeti teşkil edilmiştir. Uzlaşı Hükümeti’nin üzerine oturduğu çözüm taslağına göre; TM, Libya Parlamentosu olacak, yasama ve denetleme erki olarak görevini sürdürecektir. MGK, Devlet İstişare Meclisi (DİM)’e dönüşerek,  istişare meclisi olarak görevini sürdürecektir. BM taslağına göre; her iki seçilmiş organın, yürütme erki olan Uzlaşı Hükümeti’ni kabul etmesi gerekmektedir. Çünkü Uzlaşı Hükümeti’nin dışardan dayatma ile değil de; Libya’daki seçilmiş aktörlerin onayı ile iktidar olmasının yolu buradan geçmektedir, aksi takdirde meşruiyet krizi ortaya çıkacaktır.

Ancak, MGK ve TM başkanlarının “Fas’ta BM taslağına imza atanlar bizi temsil etmiyor” yönündeki açıklamasıyla Libya siyaseti geçtiğimiz iki yılda oluşan siyasi tablodan farklı bir siyasi tablonun oluşacağı sürece girmiştir. Yeni oluşan siyasi tabloda, BM taslağı çerçevesinde oluşan Uzlaşı Hükümeti’ni destekleyenler ve karşı çıkanlar, şeklinde yeni bir denge ortaya çıkmıştır. Elbette bütün tarafların bütün yaşananları unutarak iki farklı saf şeklinde yeniden örgütlendiğini söylemek mümkün değildir, ancak Libya siyasetinin çehresi BM anlaşmasından sonra yeni bir şekil almış ve mevcut aktörlerin yeniden konumlanmaya başlamıştır.

Libya siyasetinin halihazırdaki başat aktörü olan Uzlaşı Hükümeti’nin başbakanı Faiz Serrac, başkanlık meclisi üyeleri ise Ahmed Maitig, Fethi el-Mücberi, Ali Ferac Katrani, Abdusselam Kajman, Ömer el-Esved, Musa Köni Balkani Muhammed el-Mimari ev Ahmed Hamza Mehdi’dir. Başbakan ve başkanlık meclisi üyeleri ile birlikte kabine toplam yirmi kişiden oluşmaktadır. Hükümet, herhangi bir kararı başkanlık meclisi üyelerinin tamamının onayıyla almalıdır. 

Ulusal Uzlaşı Hükümeti ve Yerel Aktörlerin Siyasi Konumları

Geçtiğimiz iki yılda Libya siyasetinin şekillendiren en önemli aktörlerden Halife Haftar, en başından beri BM çözüm taslağına ve Uzlaşı Hükümeti’ne karşı çıkmıştır. Haftar’ın Libya siyasetini okuması ve yorumlaması “terörle mücadele” başlığı altında şekillenmektedir. Libya’nın asıl sorunun terörle mücadele olduğunu, kendisinin de “Libya Ordusu Genel Kurmay Başkanı” olarak, TM’nin de siyasi desteğiyle, “Libya’daki teröristlerle” mücadele ettiğini ifade etmektedir. Bu noktada Libya’daki IŞİD terör örgütü varlığına işaret ederek, Müslüman Kardeşler ve diğer İslami eğilimli grupları IŞİD ile özleştirmekte, IŞİD ile mücadelenin siyasi tarafının da Müslüman Kardeşler ile mücadele olduğunu ima etmektedir. Haftar ve etrafında oluşan koalisyon, Uzlaşı Hükümeti oluşturulması yerine “Libya Ordusu’na” silah desteği verilmesini talep etmektedir. Şu anda TM içeresinde onunla birlikte hareket edenler ve BM çözüm taslağının kendi güçlerini etkisizleştireceğini görenler Uzlaşı Hükümeti’ne karşı tavır takınmaktadır.

Bu isimlerin başında TM Başkanı Ukeyla Salih İsa’yı zikredebiliriz. Salih, Haftar ile aynı düzlemde tavır takınmakla birlikte farklı bir söylem benimsemektedir. Söylem farklılığının nedenin Haftar’ın asker olması, Salih’in siyasetçi olması ile açıklayabiliriz. Aynı siyasi tavrı takınmalarını ise, yerel ve bölgesel aynı ittifaklar silsilesi içinde yer almaları ile açıklayabiliriz. İkisi arasındaki ilişkinin mahiyetini tespit etmek zor olmakla birlikte, Haftar’ın Tubruk’daki varlığının TM’nden önce olması ve TM’nin Halife Haftar’ı kırmızı çizgi olarak tanımlamasından hareketle hangisinin belirleyici olduğunu yorumlayabiliriz. Bunun yanında Halife Haftar ve TM içindeki BM inisiyatifine karşı olanların, Uzlaşı Hükümeti içinde de etkin olduklarını belirtmekte yarar var. Başkanlık Meclisi üyesi Ali Katrani’nin, Mehdi el-Ber’asi’nin Uzlaşı Hükümeti’nde savunma bakanı olmasını protesto ederek çekilmesi ve halen bu tavrını sürdürmesi Haftar’ın kabine üzerindeki etkisi olarak yorumlanabilir. Çünkü Katrani’nin Haftar’a yakın olduğu, Ber’asi kabilesi ile Haftar arasındaki doğu bölgesinde ciddi sorunlar yaşandığı bilinmektedir.

Haftar’ın bu söylemi ile paralel olarak Türk ve Batı medyasında Halife Haftar’ın “Libya Ordusu Komutanı” karşısındakilerin ise “İslamcı terörist gruplar” olarak tanımlanması oldukça tartışmalı bir durumdur. Çünkü Haftar’ın darbe girişiminde bulunduğunda yaptığı konuşma metni incelendiğinde, uluslararası literatürde İslamcı tanımlamasına bütünüyle uyduğunu söylemek mümkündür. Bu nedenle Libya’daki durumu İslamcı gruplar ve karşıtları arasındaki mücadele olarak nitelemek doğru olmayacaktır.  IŞİD gibi dışardan ithal terörist grup dışında Libya halkının dindarlığı ve din anlayışını birbirinden ayırmak mümkün değildir. Bu nedenle Haftar’ın “İslamcı teröristlerle” mücadele yerine “haricilerle mücadele” kavramını kullandığını, Müslüman Kardeşleri ise bunun siyasi uzantısı olarak yorumladığını görüyoruz. “Terör” kavramını ise bölgede Mısır’ın benimsediği “İslami terörle mücadele” söylemini Libya’ya uyarlama gayreti ile kullandığını ifade edebiliriz. Bu nedenle Libya’daki çatışmanın Arap Baharı’nı gerçekleştiren ve değişim isteyen güçler ile Arap Baharı’nın getirdiği değişim rüzgârına direnenler arasında yaşandığını söyleyebiliriz. Bölgesel anlamada Arap Baharı ile dillendirilen değişim taleplerine karşı olan ülkelerin, Libya’daki değişim isteyen aktörlerin karşısındaki bloğu desteklediğini ifade edebiliriz.

Halife Haftar’ın askeri operasyonları ve gergin siyasi ortamda, 25 Haziran 2014’te,  yüzde 20 civarında bir katılımla gerçekleştirilen seçimlerle iş başına gelen TM,104 vekilin hazır bulunduğu bir oturumda 64 vekilin oyu ile bir önceki hükümetin Başbakanı Abdullah es-Sini’yi yeniden başbakan tayin etmiştir. Buradan anlıyoruz ki 200 vekilden oluşan TM en başından beri bir bütün olarak hareket etmemiştir, hali hazırda da etmemektedir. TM içerisinde 100 kadar vekil, Ulusal Uzlaşı Hükümeti’ne destek verdiğini yazılı olarak açıklamıştır. Haftar’ın ve Salih’in öncülük ettiği grup ise BM inisiyatifi karşısında direnmeye devam etmektedir. Bu bloğun yerel düzeydeki gücünü, bölgesel güçlerden aldığı destek belirleyecektir. Bölgesel güçler ise Libya siyasetinin gidişatına göre; şu anda emniyet sibobu olarak gördüğü bu aktörleri desteklemeyi sürdürecek ya da yavaş yavaş desteğini çekerek yeni aktörlerle yoluna devam edecektir.

Bu bağlamda BM çözüm taslağı imzalanmadan önce rakip olan Milli Genel Kongre ve Temsilciler Meclisi başkanları Uzlaşı Hükümeti’ne takındıkları tavır noktasında birbirine yaklaşmıştır. İki meclis başkanının temsilcileri Tunus’da bir araya gelerek BM inisiyatifini değerlendirmiş ve buna mukabil Libya inisiyatifi başlattıklarını ilan etmiştir. Bunun ardından iki lider önce Malta’da daha sonra Umman’da bir araya gelmiştir. Bu çerçevede MGK içinde Nuri Ebu Sehmeyn ve azınlıkta bir grup BM inisiyatifine karşı tavır almaktadırlar.  Nuri Ebu Sehmeyn’e Trablus’ta destek veren silahlı grupların gücü halen belirsizdir. Buna karşı Trablus’taki Maitiga Havaalanını kontrol eden Abdurrauf Kara’nın Uzlaşı Hükümeti’ne destek verdiği bilgileri basına yansımıştır. Ayrıca, Trablus’taki genelkurmay başkanlığı çatısı altındaki askerler ve deniz kuvvetleri de Uzlaşı Hükümeti’nin emrinde olduğunu açıklamıştır. Misrata’nın en önemli siyasetçilerinden Abdurrahman Suveyhli’nin Uzlaşı Hükümeti’ni desteklemesi Misratalı milislerin Uzlaşı Hükümeti’ne yakın durması olarak yorumlanabilir.

Nuri Ebu Sehmeyn’nin MGK Başkanı olarak Uzlaşı Hükümeti’ne destek vermemekte direnmesi nedeniyle, MGK içinde Uzlaşı Hükümeti’ne destek verenler toplanarak Devlet İstişare Meclisi’nin (BM çözüm taslağına göre MGK’nın fesh edilerek, Devlet İstişare Meclisi kurulacağını ifade etmiştik) teşkil edildiğini duyurmuştur. DİM başkanı olarak Abdurrahman Suveyhli seçilmiştir. Suveyhli’nin DİM başkanı olarak seçilmesi, Misrata’nın yeni siyasi arenadaki önemini göstermekle birlikte, Uzlaşı Hükümeti öncesi süreçte MGK’ya ciddi destek veren ve Trablus’u Zintanlı milislerden temizleyen Misratalı Salah el-Badi’nin Uzlaşı Hükümeti’ne karşı olduğu bilgileri basına yansımıştır. Buradan anlıyoruz ki; Misratalı güçler arasında Uzlaşı Hükümeti konusunda bir görüş birliği mevcut değildir. Ancak Misratalı milis komutanlarından Ebu Bekir Misallati, Misrata Askeri Meclisi’nin Uzlaşı Hükümeti’nin desteklediğini ifade ederek, Salah Badi’nin komuta ettiği birliklerin çoğunun kent dışından olduğunu ve azınlık olduğunu söylemiştir. Bunun yanında petrol rafinerilerinin koruma birlikleri Uzlaşı Hükümeti’ne desteğini açıklamıştır.

Müslüman Kardeşler’e yakın Adalet ve İnşa Partisi açık bir şekilde Uzlaşı Hükümeti’ni desteklemektedir. Partinin lideri Muhammed Savvan’nın da Misratalı olması Misrata’nın Ulusal Uzlaşı Hükümeti’ne desteğine katkı sunmuş olabilir. Bunun yanında partinin Libya genelinde örgütlü tek parti olduğunu dikkate aldığımızda; ülke genelinde Uzlaşı Hükümeti’ne destek toplama hususunda etkili olduğu da kaydedilebilir. Liberal görüşleri ile öne çıkan siyasetçi Cuma el-Gamati de Uzlaşı Hükümeti’ne destek verenler arasında zikredilmelidir.  Buna rağmen Libya Müftüsü Sadık el-Gırayni, Uzlaşı Hükümeti 30 Mart’da Trablus’a geldiğinde karşı tavır takınmıştır. Şu hususların düzeltilmesi durumunda Uzlaşı Hükümeti’nin desteklenebileceğini kaydetmiştir; “Terör ve terörist tanımın net bir şekilde yapılması, güçlü bir ordu müessesinin oluşturulması,  Devlet İstişare Meclisi’nin yasama noktasındaki durumun tekrar gündeme alınması, uluslararası kanunların belirleyiciliğinin netleştirilmesi ve Haftar’ın askeri hiçbir görev almaması.” Gıryani’nin Libya müftüsü olmaktan öte MGK içinde sayıları yirmiye varan isimle yakın ilişkisi ve Trablus’taki bazı milis birlikler üzerindeki etkisi dikkate alındığında, ifade ettiği hususlar bir hayli önem arz etmektedir. Ayrıca ifade ettiği hususların sadece Uzlaşı Hükümeti’ne karşı olanların değil, destek verenlerin de zihninde bir soru işareti olarak mevcut olduğunu ifade etmekte yarar vardır.

Ulusal Uzlaşı Hükümeti ve Bölgesel Aktörlerin Politikaları

Bölgesel ve uluslararası aktörlerin, Libya’da siyasetin değişen yüzüne göre konumlandığı söylenebilir. Ancak bölgesel ve uluslararası aktörler de siyasetin değişen cehresine göre bir anda yeniden konumlanmak yerine, sürecin akışına göre, eski müttefiklerini de desteklemeyi sürdürerek, konumlanmaya başlamıştır. Bu noktada Mısır ve Birleşik Arap Emirlikleri, Uzlaşı Hükümeti’ne destek verdiklerini açıkladı. Diğer taraftan Halife Haftar ve etrafındaki silahlı güçlerin ve TM içindeki müttefiklerinin mezkur ülkelerin desteği olmadan siyaset üzerinde belirleyici olması mümkün görünmüyor. Arap dünyasının genelinde başta Müslüman Kardeşler teşkilatları ve onlara yakın siyasi hareketleri boğmaya çalışan mezkur ülkeler, Libya’da Müslüman Kardeşler teşkilatları ve Müslüman Kardeşler teşkilatlarının da içinde bulunduğu koalisyonun yeni siyasi ortamda güçlenmesi ihtimaline karşı Halife Haftar’ı desteklemeye devam ediyor denilebilir.

Mısırlı yetkililerin, Kahire’de, en üst düzeyde defalarca Fayiz Serrac ile bir araya geldiğini ve Uzlaşı Hükümeti’ni de desteklediğini dikkate alırsak Haftar’ın ve etrafındaki güçlerin halen Mısır merkezli ittifaktan destek alması nasıl izah edebiliriz? Mezkûr ülkeler Libya’da siyasetin ne yöne evirilebileceğini ön göremedikleri için, silahlı bir gücü ve onun etrafında oluşmuş sivil ittifakı elde tutmak istiyor olabilir. Bu nedenle Uzlaşı Hükümeti içindeki siyasi dengelerin ne yöne evirileceği, bölgesel güçlerin Libya’ya ilişkin politikalarının ne yöne evirileceğini belirleyecektir. Eğer Uzlaşı Hükümeti içinde mezkûr ülkelerinin bölge siyaseti ile aynı dalga boyunda Libya’yı okuyan yerel aktörler güçlenirse zaman içerisinde Haftar ve etrafındaki ittifak tasfiye edilebilir. Elbette tasfiye büsbütün bir tasfiye olmaktan ziyade, öne çıkan isimlerin bölge başkentlerinde misafir edilmesi diğerlerinin ise yeni siyasal sistem içinde konumlanması şeklinde olabilir. Ancak Uzlaşı Hükümeti içinde bölge siyasetini mezkûr ülkelerle aynı çerçevede okumayan aktörler güçlenir ve belirleyici olmaya başlarsa, Haftar da Libya siyasetindeki belirleyici rolünü sürdürecektir.

Başta ABD olmak üzere İngiltere, Fransa, Almanya ve İtalya, Uzlaşı Hükümeti’ni güçlü bir şekilde desteklemektedir. Şu ana kadar İngiltere, Almanya, Fransa ve İtalya Dış İşleri Bakanları Trablus’u ziyaret etmiştir. Türkiye ise en başından beri BM inisiyatifini desteklemiş, Uzlaşı hükümeti kurulduktan sonra yerel aktörlerin Uzlaşı Hükümeti’ne destek olması gerektiğini ifade etmiştir.  4-5 Nisan’da Türkiye’nin Libya Özel Temsilcisi Emrullah İşler ve beraberindeki heyet Trablus’u ziyaret ederek, Faiz Serrac ile görüşmüş ve Uzlaşı Hükümeti’nin Trablus’a taşınmasından duyduğu memnuniyeti ifade etmiştir. İşler’in ayrıca halen Uzlaşı Hükümeti’ne muhalefet eden Nuri Ebu Sehmeyn ile de bir görüşme gerçekleştirdiği kaydedilmektedir.

Ulusal Uzlaşı Hükümeti’ni Değerlendirme ve Projeksiyon

Ulusal Uzlaşı Hükümeti öncesi dönemde, Libya Merkez Bankası Libya’daki siyasi çatışmanın tarafı olmadığını belirterek, her iki meclis ve hükümete ve mensuplarına ödeme yapmaya devam etmiştir. Bu nedenle gerek TM ve ona bağlı bürokratlar, askerler ve milisler, gerek de MGK ve ona bağlı bürokratlar, askerler ve milisler düzenli bir şekilde maaş almıştır. Bu durum her iki tarafın da milis güçlerini artması, silah teminine imkân sunmuştur. Ancak Uzlaşı Hükümeti’nin Trablus’a girmesi ile Merkez Bankası ve Libya Petrol Şirketi yetkilileri de Uzlaşı Hükümeti’ne bağlı olduğunu açıklamıştır. Uzlaşı hükümetinin hali hazırda petrolü ve bütçeyi kontrol ediyor olması, kendisine karşı gelen bürokrat ve askerlerin finansal destekten yoksun kalması anlamına gelmektedir.

Bunun yanında Uzlaşı Hükümeti’ne açık muhalefet gösteren MGK Başkanı Nuri Ebu Sehmeyn, TM Başkanı Ukeyla Salih ve MGK’nın atadığı hükümetin Başbakanı Halife el-Gavi’ye yönelik uluslararası yaptırımlar Uzlaşı Hükümeti’nin elini güçlendiren bir diğer önemli husustur. Uluslararası ve bölgesel desteğe de sahip olduğunu da dikkate alırsak, önümüzdeki süreçte muhaliflerin gün geçtikçe zayıflayacağını Uzlaşı Hükümeti’nin ise egemenlik sahasını genişleteceğini söyleyebiliriz. Ancak yukarda ifade ettiğimiz üzere Haftar ve destekçilerinin durumunu, Uzlaşı Hükümeti içindeki dengelere göre şekillenecektir. Eğer Mısır ve Birleşik Arap Emirliklerinin liderlik ettiği ittifakın bölge okuması ile aynı paralelde olmayan aktörler belirleyici konuma gelirse, Haftar’ın bölgesel desteği devam edebilir.

Uzlaşı Hükümeti’nin oldukça yıpranmış devlet kurumlarını, derin kırılmalar yaşamış bir toplumsal yapıyı, Merkez Bankası’nın rezervi azalmış bir ekonomiyi, bir buçuk milyon Libyalının maddi desteğe ihtiyaç duyduğu bir ekonomik realiteyi ve silahlı bir halkın yönetimini devraldığını da unutmamak gerekiyor. Devlet kurumları içinde siyasi elitler ve silahlı güçlerle içi içe geçmiş çıkar odakları, çatışmalar sırasında birbirine düşman olmuş kabileler, oldukça düşmüş petrol üretimi ve borç alacak kadar zayıflamış merkez bankası rezervleri Uzlaşı Hükümeti’nin çözmek zorunda olduğu sorunlar arsında kaydedilmelidir. Milis grupların merkezi ordu karşısındaki durumunun ne olacağı, halkın elindeki silahların nasıl toplanacağı, merkezi ordu içeresinde Haftar yanlısı kadrolardan milis birliklerinde neden olduğu tedirginliğin sebep olduğu güvenlik sorunları da ayrıca Uzlaşı Hükümeti’ni meşgul edecek konular arasında yer alıyor. Bunun yanında durma noktasında gelen ekonominin yeniden canlanabilmesi için yabancı müteahhit ve yatırımcıların Libya’ya nasıl geri döneceği, zararlarının asıl temin edeceği, yabancı işçilerin güvenliğinin nasıl temin edileceği soruları da Uzlaşı Hükümeti’nden cevap bekleyecektir.

Sonuç ve Beklentiler

  1. Libya’daki sorunun yerel, bölgesel ve uluslararası aktörlerin iç içe geçtiği, yerel olduğu kadar bölgesel çıkarların da belirleyici olduğu açık bir şekilde görülmektedir. Irak ve Suriye’den Libya’ya geçtiği iddia edilen IŞİD terör örgütü unsurları nedeniyle Libya uluslararası kamuoyunun ilgisini daha fazla çekmeye başlamıştır. IŞİD, Irak ve Suriye’deki derin siyasal, toplumsal ve ekonomik krizden beslenerek büyümüştür ve büyümeye devam etmektedir. Hayatta kalabilmek için çocuklarının böbreğini satmayı dahi düşünün Iraklı ailelerin çocuklarının IŞİD’e katılması, yaşanan dramın dramatik bir şekilde şiddete dönüşmesi olarak yorumlanabilir. Bu nedenle siyasal mutabakat ve ekonomik istikrara odaklanmayan silahlı çözümler, krizi daha da derinleştirmektedir.
  2. Libya’da siyasi mutabakat sağlanmaması durumunda IŞİD terör örgütünün bu krizden beslenmesi muhtemeldir. Uluslararası basında Libya’ya dış müdahale konusu gündeme getirilmektedir, ancak Libya’da sorunun çözümü ancak siyasi yollardan sağlanabilir.
  3. Devlet İstişare Meclisi’nin kurulduğu ve Nuri Ebu Sehmeyn’e ve Halife el-Gavi’ye uluslararası yaptırım uygulandığını dikkate alırsak, şu an siyasi mutabakat için en önemli engelin Ukayla Salih ve ona destek verenler olduğu görülecektir. TM içinde Salih’in öncülük ettiği BM inisiyatifine muhalif blok, Uzlaşı Hükümeti’ni desteklememekte direnirse tıpkı MGK örneğinde görüldüğü gibi; Uzlaşı Hükümeti’ni destekleyenler birleşerek Libya Parlamentosu’nu oluşturabilir. Böylece BM çözüm taslağının ön gördüğü siyasi yapı teşkil edilmiş olur, Ukeyla Salih ise uluslararası yaptırımlara muhatap olduğu için etkinliği gün geçtikçe azalabilir. Bu siyasi yapı üzerine oturan Uzlaşı Hükümeti’nin başarı şansı artar. Ancak yukarda ifade ettiğimiz sorunları yönetememesi durumunda Libya’daki parçalı güvenlik sektörü yeni siyasi hesaplaşmaların aracına dönüşebilir.

The post Libya’da İstikrar Arayışı: BM Girişimi ve Faiz Serrac Hükümeti appeared first on ORDAF.

Türkiye’den Ortadoğu’ya Yeniden Bakmak

$
0
0

Osmanlı asırlarında Ortadoğu diye bir kavram yoktu. Bu kavram 20. Yüzyılın başlarında kullanılmaya ve II. Dünya savaşından sonra yaygınlaşmaya başladı. Ortadoğu, Osmanlı Devleti’nin 1516’dan itibaren egemen olduğu ve -aşamalı olarak bazı bölümleri elinden çıksa da- 1923’e kadar hukuken sahip olduğu Güneybatı Asya ve Kuzey Afrika’yı içine alan coğrafyadır. Başka bir ifade ile Osmanlı Devletinin parçalanması ve taksimi Ortadoğu’yu doğurmuştur. Bu bağlamda Anadolu topraklarında vücut bulmuş olan Türkiye, Ortadoğu’nun tarihi ortağı olduğu gibi, söz konusu coğrafya da Türkiye’nin tarihi ortağıdır. Bu siyaseten böyle olduğu kadar, kültürel ve dini olarak da böyledir. Unutmamak gerekir ki, Türkler Anadolu’ya gelmeden önce asırlarca Kuzey Afrika, Irak ve Suriye’de yaşamışlar ve oradan Anadolu’ya geçmişlerdir.

Bu durumda Osmanlı Devleti gerek Türkiye’nin ve gerekse Ortadoğu halklarının hem hegemonik gücü ve hem de sığınma adası idi. Ortadoğu Türkiye’nin eski tabirle “cüz’un lâ yetecezzasıdır”. Osmanlı ise Türkiye ve Ortadoğu’nun şemsiyesidir.

Osmanlı Devleti Ortadoğu coğrafyası ve Kuzey Afrika’yı kendi topraklarına kattığı veya idaresine aldığı asırlarda bu coğrafyada bugüne benzeyen siyasi bir dağınıklık, istikrarsızlık ve hatta büyük iç çekişmeler yaşanmaktaydı. Üstüne üstlük dönemin deniz aşırı güç kullanabilen devletleri Portekiz ve İspanya da bu coğrafyanın bir bölümünü işgal etmiş, bir bölümünde de tehdit oluşturmuştu. Osmanlı Devleti bu anlamda hem içerdeki dağınıklığı toparlayarak uzun yıllar devam edecek olan Pax-Ottomana’yı sağlamış hem de bölgeyi dış tehditlerden korumuştur. Bu genel değerlendirmenin yanında şu hakikati de hatırlatmak gerekmektedir: İstanbul gibi bir başkenti ele geçirmesine ve Bizans’a son vermesine rağmen Osmanlı Devleti de büyük bir dünya gücü haline gelebilmek için bu bölgelere ihtiyaç duymuştur. Sözgelimi Mısır, Osmanlı Devleti’nin bir parçası olmadan büyük bir imparatorluktan söz edilemezdi. Bu açıdan yukarıdaki sorunuza bağlı olarak bir hususu daha tespit etmekte yarar vardır. Türkiye ne kadar güçlü olursa olsun, Avrupa’da ne kadar kabul görürse görsün; bölgesel bir güç, büyük bir devlet ve hatta dünya için vazgeçilmez bir ortak olabilmesi bu bölgedeki etkili varlığına ve geliştireceği işbirliğine bağlıdır. Türkiye’nin dünyadaki itibarı buradaki itibarına bağlıdır. Bu yüzden son yıllarda bu bölgelerde Türkiye’nin itibarına doğrudan yöneltilmiş faaliyetler arttırılarak, dünyadaki konumunun önemsizleştiği algısı yaratılmaktadır.

Bilinenin aksine Osmanlı topraklarının güneyden paylaşılma planı III. Selim zamanında Fransızların Mısır’ı işgal etmesi ile başladı. Bundan sonra yaşanan gelişmeler ve Osmanlı Devleti’nin zayıf devletlerin uyguladığı denge politikalarını takip etmek mecburiyetinde kalması hem toprak kayıplarına ve hem de içeride Cebel-i Lübnan, Girit vs. örneklerinde olduğu gibi özerklik taleplerinin çoğalmasına neden olmuştur.

Osmanlı 19. yüzyılda en büyük darbeyi sözde barışı yeniden tesis etme amacını güden 1878 Berlin Anlaşması ile almıştır ki bu da II. Abdülhamid’in ilk saltanat yıllarına rastlar. Yetersiz ve kendini siyasi ve askeri açıdan güçsüz hisseden II. Abdülhamid, savaş yerine diplomasiyi, uluslararası kutuplaşmalarda taraf olmak yerine, bu rekabetten istifade etmeyi ve Müslüman kamuoyu üzerinde mutlak otoriteyi sağlayacak kamu diplomasisi ile muhtelif unsurları siyasi birlik içinde tutacak uygulamaları başarılı bir şekilde hayata geçirmiştir. Aslında bütün bunlar başlayan sonu durduramamıştır. Fakat en azından taksim planını hayata geçirmek isteyen hasım devletler ve yine menfaatleri gereği dost görünüp mirastan pay almayı hesap eden müttefik devletlere karşı, durmaları gereken kırmızı çizgiler net bir şekilde gösterilmiştir. Burada kastedilen kırmızı çizgiler esasında son Osmanlı Meclis-i Mebusanı’nda karar altına alınan Misak-i Milli’de bir kere daha kendini göstermiştir. Bu açıdan II. Abdülhamid “olması gereken ile olması mümkün olan” arasında denge sağlayan en önemli Osmanlı sultanlarından biri olarak tarihe geçmiştir.

Osmanlı çağlarına bakarak, o devirde yaşananları tetkik ederek ve esasında muhatap devletlerin de pek değişmediğini dikkate alarak bu dış politika mirasımızdan yararlanılması gerektiğini düşünenlerdenim. Ancak, Türkiye bir Osmanlı Devleti değildir. Bu yüzden geçmişin ihyasından ziyade yeni bir siyasetin inşasına dayalı politikaların öne çıkarılması gerektiğine inanıyorum. Bu zor ve ağır sorumluluk isteyen bir süreçtir. Bunun için istikrarlı bir iç politika, kamuoyu desteği, sürekli gelişen dengelere adapte olacak ve dış politikayı destekleyecek bilgi üretim merkezleri gerekmektedir. Modern dünyada esnek ama tutarlı ve sonuca odaklı bir dış politikanın etkin olduğu dikkate alındığında, Türkiye’nin de –kırmızı çizgilerini mahfuz tutarak- aynı yönde hareket etmesi bir zorunluluktur.

Dış politikada tereddüt ve kararsızlık zaaf olarak nitelendirilir. Türkiye’nin değişik dönemlerde dış politika iradesini NATO gibi uluslararası kuruluşlara terk etmiş olması bir devlet ve dış politika hafızasının oluşmasını engellemiştir. Pro-aktif politika uygulama arzusunun oluştuğu sürece geçildiğinde ise eski alışkanlıklar ile hareket eden mekanizma ile yüzleşmek zorunda kalınmıştır. Ancak bu anlamda sorunun hâlâ devam ettiğini ve aşılamadığını düşünüyorum. Mevcut dirençten dolayı bunun alternatifi hayata geçirilememiştir. Bu yüzden gerçekçiliğe dayanan “sabit zorunluluklar” ile değerlere dayanan “değişkenler” arasında denge sağlanamamıştır.

Kaldı ki Türkiye’de dış politika kuşkusuz pek çok diğer dünya ülkelerinden farklıdır. İmparatorluk mirası, jeopolitik gerçeklik, uluslararası sistemin biçmeye çalıştığı roller ve içeride tatmin olamamış gurup ve anlayışlar ile Türkiye’yi kuşatan tehditleri bir arada düşünmeden yeterli ve sağlıklı politika üretmek mümkün değildir. Bu yüzden dış politika mekanizmasının sadece hükümet ve özellikle Dışişleri bakanlığı üzerinden yürütülmesi mevcut sorunlar ve gerçekler ile bağdaşmamaktadır.

1990lardan sonra dünyada yaşanan gelişmeler, önce Balkanlar’da sonra Orta Asya’da ve özellikle Sovyetler Birliği’nde dönüşümleri sağlamıştı. 2000li yıllardan sonra Soğuk Savaş’ın sona erdiğini ve artık adeta bir Amerikan İmparatorluğu’nun kurulduğunu düşünenler vardı. I ve II. Dünya Savaşları’nın düzenlediği, Soğuk Savaş’ın nüfuz alanlarını yeniden belirlediği Ortadoğu’da hiç bir dönüşüm olmamıştı. Belki ABD’nin gücünü gösterme adına haksız bir şekilde Irak’ı işgal etmesi ile bu coğrafyada Soğuk Savaş’ın sonlandırılması arayışı bakımından bir başlangıç olmuştur. Fakat ABD bunda başarılı olamadığı gibi Soğuk Savaş’ın diğer tarafına da zaman ve güç kazandırmıştır. Bu anlamda esasında Soğu Savaş bitmemiş alevlendirilmiştir. Bunun belki de sembolü Suriye’dir.

Soğuk Savaş esasında eski Sovyetler’in şimdiki Rusya’nın güneydeki tarihi emellerini dengeleme uğruna başlamıştı. Bunun bitmesi için de tarafların ya yeniden sıcak bir çatışma ile güçlerini ispat etmesi veya iki tarafı da memnun eden bir paylaşımın olması ve sonuçta dünya için yeni bir düzenlemenin yapılması gerekiyordu. Bunlar olmadan Soğuk Savaş’ın bitmesi mümkün değildi ve bizim beyanımız buna dayalı idi. Ancak bu bahsettiklerimiz de parçalı olarak hayata geçirilmiştir ki, esasında Soğuk Savaş’ın devamı yanında büyük taraflar adına III. Dünya Savaşı’nı sürdüren sıcak çatışmalar da iç içe geçmiştir. Sadece Ortadoğu’ya değil dünyanın geri kalanına bakıldığında genel olarak bir barış ortamının olmadığı görülür. Yani III. Dünya Savaşı isimlendirmesi için ilk iki dünya savaşının şartlarını görmek mecburiyeti yoktur. Ekonomik savaşlar, bilgi ve teknoloji rekabeti, siber savaşlar ve vekalet (proxy) savaşları dünyanın hemen her tarafına egemen olmuştur.

Son çeyrek asır içinde dünyada barışın yokluğundan etkilenen ülke ve devletleri daha doğrusu insanları ele aldığımızda bunların I ve II. Dünya Savaşlarından etkilenenlerden daha fazla olduğu görülür. Şu anda dünyada 50 milyondan fazla mültecinin var olması bile aslında bir savaşın sürdüğünün en açık göstergesidir. Yani Soğuk Savaş ve III. Dünya Savaşı’nın iç içe sürdüğünü ileri sürmek abartı olmayacaktır.

Eskilerin deyimi ile “devekuşu misali” kafanızı kuma gömerek bu coğrafyadan kurtulamaz, gözünüzü de kapatarak günü karanlık yapamazsınız. Bu tartışmalar içinde bazı gerçekleri saklamakla birlikte, sorumluluktan kaçmak, içinde bulunduğu durumu kavramamak ve gelecek için gerçekte bir tasavvuru olmamak ile izah edilebilir. Türkiye -biz  benimsemesek bile- dünyanın nazarında bir Ortadoğu ülkesidir. Buradaki siyaseti ve yaklaşımları, ortak aklın oluşumunu tartışmak başka bir şey; bu hakikati yok saymak başka bir şeydir. Türkiye kendini inkar ederek, bu coğrafyaya ait olmadığını iddia ederek vehmedilen “bataklıktan” kurtulamaz. Onlarca yıl birileri adına Ortadoğu jandarmalığını hazmeden bir anlayışın bugün birden Ortadoğulu kimliğinden sıyrılmaya çalışması bir hezeyanın, bir nakıs idrakin ve en hafifi ile sorumluluktan kaçmanın bir göstergesidir.

The post Türkiye’den Ortadoğu’ya Yeniden Bakmak appeared first on ORDAF.

Libya’da Amazigler ve Siyaset

$
0
0

Libya’da Amazigler ve Siyaset 

Dr. Hayri Ömer

amazigler-kapak

Bu çalışma Amaziglerin sadece kültürel özellikleriyle değil aynı zamanda kültürel ve siyasi duruşları, bu ikisinin ulusal bütünleşme ile ilişkisi ve özellikle de siyasi otoritenin kesintiye uğramasıyla ortaya çıkan yeni koşullara odaklanmaktadır. Bu nokta şu açıdan önemlidir; Amaziglerin siyasal sistemin kurallarını reddetmesi iki sebebe dayanmaktadır: Birincisi, her etnik unsur gibi kültürel farklılıklarını ortaya koymak; ikincisi, devlet yönetiminde paylarını arttırmak. Bunların gerçekleşmesi bir arada yaşama anlayışını geliştirecek, özerklik ve federal yönetim gibi Amaziglerin toplumdan soyutlanmasına neden olacak taleplerin önüne geçecektir. Umulur ki geçiş evresinin ortaya çıkardığı durum, demografik grupların, özellikle de eski yönetim zamanında zulme maruz kalmış olanların taleplerinin arttığı bir dönemde taleplerin netleştirilmesi ve sosyal-siyasi sorunların çözüme kavuşturulmasına yardımcı olur. Bundan dolayı Amaziglerin talepleri, anayasal hakların elde edilmesine başlangıç olması açısından ve devletin kültürel yapısının çeşitliliği kapsamında değerlendirilerek dilsel hakların kazanılmasını içeriyor.

“Libya’da Amazigler ve Siyaset” raporunu indirmek için tıklayınız. 

The post Libya’da Amazigler ve Siyaset appeared first on ORDAF.

II. Sosyal Bilimler Lisansüstü Öğrenci Sempozyumunun Ardından

$
0
0

Baştan söyleyelim, 18 Mayıs’ta tamamlanan II. Lisansüstü Öğrenci Sempozyumu arkasında “hoş bir sada” bıraktı. Genç bilim insanlarıyla tanışmak, onların heyecanlarına ortak olmak ve araştırmalarını dinlemek tadına doyulmaz bir lezzetti.

ORDAF’ın bugüne kadar organizasyonunu üstlendiği onlarca faaliyetin arasında öğrenci sempozyumlarının daima müstesna bir yeri vardır. Zira genç araştırmacı ve akademisyenlerin ortaya çıkardıkları ilmi ve akademik değeri olan bilgiler ORDAF ekibi olarak bizleri her zaman heyecanlandırmıştır.

Derneğimizin yönetim kurulu bugüne kadar tarih bölümlerine münhasır gerçekleştirilen öğrenci sempozyumunun yelpazesini genişletmeyi uygun görmüştür. Altı defa gerçekleştirilmiş olan sempozyum, geçen yıldan itibaren Sosyal Bilimlerin tamamının katılımına açık ve yılda bir defaya mahsus olmak üzere yapılması kararlaştırılmıştır. Farklı bilim dallarından araştırmacıların birbirlerinden daha fazla istifade edebileceği fikri, bu değişikliğin yapılmasında temel faktör olmuştur. Nitekim ikincisi de başarılı bir şekilde tamamlanan sempozyum bu fikrin ne kadar isabetli olduğunun adeta delili olmuştur.

Sempozyumda Tarih, Edebiyat, Siyaset Bilimi, Uluslararası İlişkiler, Hukuk gibi Sosyal Bilimlerin temel alanlarından 34 bildiri sunuldu. Farklı üniversite ve şehirlerden katılımcılar vardı. Konuşmacıların bir kısmı tamamladıkları yahut hazırlamakta oldukları tezlerinden hareketle sunumlarını gerçekleştirirken, bazıları da müstakil araştırmalarını katılımcılar ile paylaştı. Bu itibarla, üzerinde uzun zaman çalışıldığı açık olan ve koca bir tezi on beş dakikada özetlemeyi hedefleyen bildiriler ortaya çıktı.

ORDAF’ dernek merkezinde gerçekleştirilen sempozyum sabah saat 09:00’da dernek başkanımız Prof. Dr. Zekeriya Kurşun’un açılış konuşmasıyla başladı. Sözlerine sempozyumun disiplinler arası olarak ikinci defa gerçekleştirildiğini belirterek başlayan Kurşun, bu tür toplantıların sadece dinleyiciler için değil konuşmacılar için de son derece faydalı olduğunu ve burada edinilecek tecrübenin akademik hayatın her basamağında artı bir değer olacağının altını çizdi. Ayrıca az önemsenen öğrenci sempozyumlarının esasında pek çok kişinin yetişmesine vesile olduğunu ifade etti. Geleceğin ilim adamlarının bu faaliyetlerden süzülerek geçeceğini belirtti.

Prof. Dr. Zekeriya Kurşun’un konuşmasının ardında Doç. Dr. Ali Satan başkanlığında açılış oturumuna geçildi. Ali Satan bu sempozyumu duyduğunda çok heyecanlandığını belirterek, farklı disiplinlerin birbirini besleyeceğini ve farklı soruların sorulmasına vesile olacağını, böylelikle daha esaslı çalışmaların ortaya çıkacağını vurguladı.

Sempozyum düzenleme heyeti oturumları konulara göre tanzim etmişti. Aynı anda iki ayrı salonda oturumlar yapıldı. İlk oturum Ortadoğu’nun stratejik meseleleri ile ilgiliydi. Musul Hapishaneleri, Siyonizm, Kasîm Askeri Harekâtı, Arabistan’da İngiliz Amerikan Rekabeti ve Mehmet Nazif Paşa beş konuşmacı tarafında değerlendirildi.  Bu oturum konuşmacıların hazırladıkları veya hazırlamakta oldukları tezlerden hareketle ortaya çıkardıkları bildirilerden oluştuğu için oldukça doyurucuydu.

İkinci oturum Dr. Bilgehan Alagöz başkanlığında İran üzerine gerçekleştirildi. İran çeşitli yönleriyle ele alındı. İran’ın kimlik oluşumundan öğrenci hareketlerine, nükleer kapasitesinden inanç gruplarına kadar birbirinden değerli başlıklar vardı. Birinci ağızdan bilgiler ve tecrübeler de dinleyicilere aktarıldı. Dr. Ahmet Emin Dağ’ın başkanlığında toplanan üçüncü oturum hukukçuları bir araya getirdi. Hukuk bilimindeki çeşitli sorulara cevaplar arandığı oturum sosyal bilimlere farklı bir bakış açısı sunması cihetiyle bir hayli ilginçti.

Ali Okumuş başkanlığında toplanan dördüncü oturumun ana teması tarih yazıcılığı idi. Oturumda ilk Türklerden bu güne kadar tarih yazıcıcılığı ele alındı. İslam öncesi Türklerdeki tarih yazıcılığı, Ortaçağ, Osmanlı ve Cumhuriyet dönemleri ayrı ayrı değerlendirildi. Bildirilerin hepsi toplandığında birbirlerini tamamlayan adeta derli toplu bir konferans gibiydi. Beşinci oturum ise Prof. Dr. Zekeriya Kurşun başkanlığında Ortadoğu Coğrafyası üzerineydi. Oldukça verimli geçen bu oturumda Nureddin Zengi, Şam Tramvay Hattı, Misyonerlik, Mülteciler ve Irak Türkleri gibi Ortadoğu’nun temel meseleleri konuşuldu. Zekeriya Kurşun’un zaman zaman katkı sunduğu oturum dinleyicilere adeta bilim şöleni yaşattı.

Altıncı oturum Dr. Selin Bölme başkanlığında yapıldı. Bu oturumda da uluslararası meseleler ele alındı. BRICS ülkeleri, G-7, G-20 gibi Türkiye’nin dış politikasında son derece önemli olan meseleler çeşitli açılardan tartışıldı. Konuşmacılar bazı konuları uluslararası siyaset teorilerinden hareketle dinleyicilere aktardı. Edebiyat ağırlıklı olan son oturum ise Doç. Dr. Davut Hut başkanlığında gerçekleştirildi.

Farklı disiplinlerin, dolayısıyla farklı metod ve yaklaşımların bir arada bulunduğu sempozyum kapanış ve değerlendirme oturumuyla sona erdi. Katılımcılardan tavsiye ve eleştiriler de kapanış oturumunda dinlendi. Bazı katılımcılar 15 dakikalık konuşma süresinin yeterli olmadığını, bazıları ise sorulara ve tartışmaya zaman kalmadığını vurguladı. Sempozyumun gerekirse iki güne yayılarak daha verimli olabileceği de yapılan teklifler arasındaydı. Bu teklifleri gelecekte yapacağımız müteakip sempozyumlarda değerlendirmek üzere not aldığımızı belirtmek isteriz.

Sempozyum sonunda konuşmacılara katılım belgeleri verildi ve onlardan sundukları bildirilerin tam metinleri talep edildi. Bundan maksat, ORDAF editör heyetinin onayından geçmesi halinde makalelerin yayınlanacak olan bildiri kitabında yer almasının hedeflenmesiydi.

Son olarak, başta ORDAF Başkanı olan Prof. Dr. Zekeriya Kurşun olmak üzere, sempozyum düzenleme heyetine ve katılımcılarımıza teşekkür eder, III. Lisansüstü Öğrenci  Sempozyumu’nda buluşmayı temenni ederiz. 

The post II. Sosyal Bilimler Lisansüstü Öğrenci Sempozyumunun Ardından appeared first on ORDAF.

Dış Politikada Bilgi ve Esneklik İhtiyacı

$
0
0

Son bir yıl içinde meydana gelen gelişmeler ve özellikle bütün dünyayı rehin alan ama en çok İslam toplumlarını etkileyen kanlı terör yüzünden hemen her toplum olumsuzlukta eşitlenmiş durumdadır. Sürekli tekrarlanır durur: Terörün, dini, ırkı, prensibi, davası vs. yoktur. Evet ama “terörün sahibi” vardır. Bu sahip ise çoğunlukla görünmez. Terörist diye isimlendirdikleri bir takım kişilere verilen bazı kısaltma/uzatma isimlerin arkasında kamufle olan bu “sahip”, çoğu kere milletlerin, devletlerin ve toplulukların hayrını isteyen dost ve müttefik görüntüsü sergiler. Özellikle bizim gibi toplumların, gerçekten kimin dost kimin düşman olduğunu anlaması/kestirmesi için yıllar hatta bazen asırlar alması gerekir. İşte bu durumlarda, siyasi muhterisler, menfaat devşirmeyi meslek edinenler, kifayetsiz ama tamahkarlar, düşünmüş gibi yapıp düşünemeyenler, bilgi yoksunu olup uzman kesilenler ve en önemlisi tarih ve siyaset bilgisinden yoksunlar bulanık suda ava çıkarlar.  Oysa bu tür durumlarda her tarafa hakim bakışlar geliştirmek gerekir.

Sözü, fazla uzatmadan son zamanlarda Türkiye’nin yaşadıklarına getirmek istiyorum. Önemli bir kalkınma ivmesi kazanan ve en önemlisi dış borç batağından kurtulan Türkiye’deki gelişmelere paralel bir dış politikanın gelişmediği aşikardır. Bunun onlarca sebebi vardır ve bu yazının sınırları içinde tartışılması imkansızdır. Dış politika bir paylaşım kavgasıdır. Bu bazen askeri güç ile bazen de diplomasiyi önceleyen yumuşak güç unsurları ile mümkündür. Tercihiniz sahip olduğunuz maddi unsurlar ve çağın size sunduğu avantaj ve dezavantajlar ile doğru orantılıdır. Bu yüzden dış politika inşasında iki önemli hususun asla ihmal edilmemesi gerektiğini düşünüyorum: sürekli yenilenen geçmişteki birikim üzerine bina edilen bilgi ve hızlı hareket etmeye imkan veren esneklik. Birinin diğerinden bağımsız düşünülmesi, mümkün değildir. Zira bilgiye sahip olup, bunu kendi donmuş ve esneklik imkanı olmayan politikanıza uygulayamazsanız hiç bir faydası yoktur. Aynı şekilde bilgiden yoksun ama esneklik adına hiç bir sabitesi kalmamış olan davranış da bundan farklı değildir.

Gelelim menfur söyleme: “Son zamanlarda yaşadığımız sorunlar ve yalnızlık; özellikle canımız yakan terörün sebebi Türkiye’nin Ortadoğu’da ve Kuzey Afrika’da görünürlüğünün artması veya iradi olarak orada varlık gösterme çabasından kaynaklanmıştır”. Kulağa hoş gelen bu iddia, ancak bu dünyada yaşamayıp, gerçeklerden bağımsız siyaset yapan bir ülke için geçerli olabilir. Türkiye böyle bir ülke değildir. Fazla okuma-yazma ve entelektüel birikim gerektirmeden sadece haritaya bakan biri de Türkiye’nin jeopolitiğini kavrayabilir. Yeter ki buna niyeti olsun. Hele biraz siyaset, biraz tarih ve biraz reel politikten nasibini almışsa bunu anlamaması için ya başka bir ülkede yaşadığını zanneden matuh, ya da art niyetli ve başka bir ülke adına konuşan biri olmalıdır.

Evet, Türkiye yeni bir bayrama çok ağır şartlarda giriyor. Ama Türkiye her zaman bölgesinde –kendi bilmese de- ihmal edilemeyecek bir ağırlığa sahiptir. Bu yüzden bölge ülkeleri ve dünya ile olan ilişkilerini bilgiye dayalı doğru prensipler ama ihtiyaca cevap veren esnek bir yapıda sürdürmelidir.

Bu yüzden;

Türkiye, tarihi ve psikolojik olarak hasım kabul ettiği ama gerekli durumlarda müttefik gibi davrandığı Rusya ile iyi geçinmek zorundadır. Bu hem tarihi bir gerçekliktir ve hem de günümüzün gereklilikleri ile uyumludur. Tarihi devlet geleneğimizde de, bütün yaşanan Türk-Rus savaşlarına rağmen, objektif kriterler daima ön plana çıkmaktaydı. Kuzey sınırlarının güvenliği, Kafkaslar’da etkin olmak ve hatta İran ile sağlıklı ilişkileri geliştirebilmek için savaş yılları dışında derhal Rusya ile barış ortamı sağlanmaktaydı. Bugün de bu tarihi gerçekler ortadan kalkmamıştır. Üstelik 90lardan sonra Türkiye için ortaya çıkan fırsatların değerlendirilmesi açısından Türkiye-Rusya diyalogu bir zarurettir. En önemli dost ülkemiz olan Azerbaycan ile olan ilişkilerimizde bile Rusya faktörünü ne kadar devre dışı tutabiliriz?

Türkiye, sorunun çıkmasından itibaren Filistinliler ile her daim dayanışma içinde olmuştur ve bu dayanışma bir devlet geleneği haline gelmiştir. Filistin ve özellikle Kudüs meselesinin halledilmeden dünya barışının da tamamlanmayacağını yakinen bilir. Bu bilgiler arşivlerde saklıdır. Ama bölgesel dengelerde rol oynamak isteyen ve buna mecbur olan bir devlet olarak da İsrail gerçeğini hiç bir zaman inkar etmemiştir. İsrail karşısında takınılan siyasi, ahlaki tavır ile devlet politikasını ayrı tutmuştur. Bu yüzden Türkiye, İsrail ile ilişkilerini doğru bir zemine çekmek zorundadır. Bu hem iradelerini ortaya koyamayan bölge ülkeleri ve hem de Filistinlilerin geleceği için de bir zorunluluktur.

Türkiye, geçmişte Osmanlı Devleti’nin de büyümesinde rol oynayan ve İslam dünyasında gerçek söz sahibi olmasına imkan veren Mısır ile ilişkilerini yeniden gözden geçirmelidir. Meşruiyeti yok sayan, bölgesel gelişmeleri dikkate almayan ve kendi halkının içinden çıkan siyasileri mahkûm, hatta idam eden bir iktidarın desteklenmemesi ile Türkiye-Mısır ilişkilerini aynı kefede görmek doğru değildir. Bunların da birbirinden bağımsız olmadığının farkında olup; hangi aracı kullanmak gerekiyorsa ona başvurarak, Türkiye’nin Mısır ile stratejik ortaklığını hemen ve hızlı bir şekilde yeniden başlatması gerekmektedir. Bu tarihi gerçekliğin ve reel politiğin amir bir gereğidir. Türk-Mısır ilişkileri, hem Türk-İsrail ve hem de Türkiye’nin diğer Arap ülkeleri ile olan ilişkilerini belirleyecek en önemli faktördür.

Türkiye, Suriyeli kardeşlerinin uğradığı zulme ortak olmuş, her bir feryadı içinde duymuş, ölümün, yıkımın sonuçlarını kendi evinde hissetmiş bir ülke olarak Suriye politikasını da revize etmek zorundadır. 600 bin insanın katili bir rejimi meşrulaştırmayan ama bölge gerçeklerinden ve dünyanın meseleye bakışının nasıl sonuçlar doğurduğundan hareketle de kendi politikasını yeniden belirlemelidir. Yanı başında oluşmaya başlayan ve esasında hem dünyanın ve hem de İslam toplumlarının kanseri olan IŞİD’in kesilip atılması için Suriye politikalarının daha net bir şekil alması elzemdir.

Türkiye, tarih boyunca “emin olmadığı” fakat hiç bir zaman gerçek bir düşman da bellemediği İran ile içine girdiği ve başkalarını da sürüklediği politik girdaptan kurtarmak için de iyi geçinmek zorundadır. Meseleye sadece mezhebi direnç açısından bakılmamalı, iki komşu devletin menfaatleri, ortak paydaları, rekabetleri ve en önemlisi komşuluk ilişkileri bakımından değerlendirilmelidir. Uygulanacak esnek politikalar, hem Irak sorunu ve hem de Kürt sorunu bakımından yeni ufuklar açacaktır. Dünyadaki istikrarsızlıktan, enerji politikalarının belirsizliğinden istifade eden İran’ın bu haliyle ila-nihaye varlık sürdüremeyeceği ortadadır. Ancak İran’a büyük değişim geldiğinde Türkiye de şimdiden geliştireceği ilişkileri ile hazır olmalıdır.

Türkiye dünya ile ama özellikle AB ile başlattığı ve yıllarını alan görüşmeleri, müzakereleri, AB içinde bulunma sevdasından bağımsız olarak sürdürmek zorundadır. Zaman zaman izhar ettikleri dini taassubu, ya da kendi gerçeklerinden kaynaklanan dirençleri veya zaten dağılma aşamasına gelmiş olan kararsızlıkları dikkate alınmadan, Türkiye’nin batıya doğru yürüyüşünü sürdürmek zorunluluğu vardır. Bu hem Türklerin tarihi bir misyonudur ve hem de dünya barışına verilebilecek en büyük katkıdır.

Hülasa Türkiye, dünya haritasındaki konumuna göre davranmalı, bilgiye dayalı esnek politikalar üretmelidir.

The post Dış Politikada Bilgi ve Esneklik İhtiyacı appeared first on ORDAF.


Afrika’dan Amerika’ya Köle Bir Âlimin Öyküsü: Ömer bin Seyyid

$
0
0

Ömer Koçyiğit

Leiden Üniversitesi, Ortadoğu Çalışmaları, Doktora Öğrencisi & North Carolina Üniversitesi Misafir Araştırmacı

Amerika’nın Avrupalı güçler tarafından yeni bir yerleşim yeri olarak kurulması, birkaç yüzyıllık bir tarihe dayanıyor. On altıncı yüzyıldan itibaren, deniz gücüne sahip olan Batı Avrupalı devletler, Amerika’nın doğu kıyısından başlayarak yeni şehirler inşa ettiler. Burada yeni kurulan yaşamın en önemli geçim kaynağı tarımdı ve tarımda ihtiyaç duyulan işçi potansiyeli, köleler yoluyla elde ediliyordu. Bu yüzden Amerika tarihinin en önemli sosyal ve ekonomik boyutlarından biri köleciliktir. Özellikle İngiltere, Hollanda, Fransa ve İspanyalı denizcilerin transatlantik ticaret ağındaki en büyük kazançları köle ticaretinden sağlanıyordu. Bunun bir örneği olmak üzere bu yazıda, on dokuzuncu yüzyılda bugünkü Senegal topraklarından North Carolina’ya köle olarak getirilen Ömer bin Seyyid isimli bir âlimin hayat hikâyesi anlatılacaktır.

Bugün South Carolina eyaletine bağlı olan Charleston şehri, Amerika tarihindeki köle ticaretinin en büyük merkeziydi ve Amerika’ya getirilen kölelerin yarıya yakını bu şehirden kıtaya giriş yapmışlardı. On dokuzuncu yüzyılda bu şehrin yarısından fazlası kölelerden oluşuyordu. Deniz yoluyla bu şehre gelen köleler kendilerini satın alacak iç bölge tüccarlarını bekliyorlar, yetenekleri ve yaşlarına göre biçilen değeri ödeyenler tarafından alınıp yeni yurtlarına götürülüyorlardı. Bu bekleme sürecinde maruz kaldıkları ağır hakaretler ve fiziksel şiddetler yüzünden bir an evvel yeni sahiplerine ulaşmayı ümit ediyorlardı. Kıtadaki Afrikalı kölelerden birisi de, 1807’de Charleston’a getirilen Ömer bin Seyyid’di.

Ömer bin Seyyid

Ömer bin Seyyid, 1770’te Batı Afrika’da, Senegal ve Gambiya nehirlerinin arasında bulunan Futa Toro’da, varlıklı bir aile içinde doğmuştur. Beş yaşındayken babası bir savaşta öldürülmüş, amcası onun yetişmesinde etkili olmuştur. Arapça öğrenip öğretmeye başlayan İbn Seyyid, doğduğu topraklarda ilmî birikimi için yirmi beş yılını vermiştir. Ancak 1807 yılında, 37 yaşındayken, esir olarak tutulmuş ve satılıp Amerika’ya gönderilmiş. Geri kalan 57 yıllık hayatını köle olarak geçiren ve 1864’te vefat eden İbn Seyyid, North Carolina’nın Fayetteville şehrinde medfundur.

1807’de Charlestonlu bir vatandaşa satılan İbn Seyyid, onun ölümünden sonra, 1810 yılında kaçıp uzun müddet kuzeye doğru yürür. Fayetteville yakınlarında yakalanıp hapse atılır. İbn Seyyid hapishanede iken bulduğu kömür parçalarıyla hücresinin duvarlarına serbest kalmak istediğini bildiren Arapça yazılar yazar. O sıralarda okuma yazma bilen bu kölenin satılık olduğu civar bölgelere duyurulmuştur ve “bilinmeyen bir dilde, sağdan sola doğru ustaca yazı yazan” özelliğiyle meşhur olur. 1810’da Fayetteville’ye bir ziyaret için gelen General James Owen, İbn Seyyid’i merak eder ve hapishaneye gelip bu meşhur, ilgi çekici kişiyi görür. Ardından İbn Seyyid’i satın alarak hapisten çıkarır ve memleketine, Bladen bölgesine götürür. İngilizlere karşı yapılan 1812 Savaşı’nda yardımcı general olarak savaşan James Owen, North Carolina’nın aktif siyasetçilerinden ve 1828-1829 yıllarında eyaletin valisi olan John Owen’ın kardeşidir. İbn Seyyid, hayatının sonuna kadar James Owen ve ailesinin kölesi olarak onlarla beraber yaşamıştır. Ona “Meroh” ya da “Moreau” gibi isimlerle hitap eden Owen ailesinin çocukları, İbn Seyyid’i “Meroh amca” olarak tanır. Ramazan ayı geldiğinde orucunu tutan İbn Seyyid’e aile tarafından bir Kur’an-ı Kerim bir de Arapça İncil hediye edilir. James Owen, Fayetteville’deki Amerikan İncil Topluluğu’nun ve bu şehirdeki ilk Presbiteryen Kilisesi’nin adanmış üyelerindendir. Bunun etkisiyle olacak ki, 1820’de Ömer İbn Seyyid, Fayetteville’deki Presbiteryen Kilisesi’nde vaftiz edilerek Hristiyanlığa geçer.

Araştırmacılar, Ömer bin Seyyid’in Hristiyanlığı kabul edişinin zorlama ile olduğunu, kendisinin İslamî yaşantısını gizliden devam ettirdiğini ifade ederler. Yazdığı kitapların satır aralarında da bunları görmek mümkündür.

Ömer bin Seyyid, 1831’de hayat hikâyesini kaleme alır ve eser Hunter isimli, kim olduğu bilinmeyen bir kişinin isteğiyle ve ona hitaben yazılmıştır. Bu otobiyografi 1836’da New York’taki Lahmen Kebby’ye gönderilir ve 1848’de İngilizceye tercüme edilir. Ancak eser, 1925’te New York’taki Amerikan Numizmatik Cemiyeti’ndeyken kaybolmuş, 1995’te Virginia’da bulunarak müzayede ile bir koleksiyoncuya satılmıştır.

Otobiyografiden bir görüntü

Otobiyografiden bir görüntü

İbn Seyyid eserine besmele ve Hz. Muhammed’e salavat ile başlar. Ardından dört sayfa boyunca Mülk Sûresi’nin tamamını yazar. Eseri yazmadan on sene önce Hristiyanlığa geçtiği kayıtlı olan İbn Seyyid’in bu notları oldukça önemlidir. Mülk Sûresi’nden sonra İbn Seyyid, Arapçayı neredeyse unuttuğu için hayatını zor yazabileceğini söylese de, hayatının önemli dönüm noktalarını ve hatırladıklarını kısaca anlatır.

Bundu ve Futa’da yirmi beş sene boyunca kardeşi Şeyh Muhammed Seyyid, Şeyh Süleyman Kimba ve Şeyh Cebrail Abdal’la beraber ilim tedrisinde bulunan Ömer bin Seyyid, ardından doğduğu beldeye dönüp altı sene burada kalır. Ancak 1807 yılında büyük bir ordu gelip birçok kişiyi öldürüp kimilerini esir alır. O esir alınanlardan biri olan İbn Seyyid, okyanus kenarına götürülerek Hıristiyan birine satılır ve büyük bir gemiye bindirilip Atlas Okyanusu’ndaki bir buçuk aylık uzun yolculuktan sonra South Carolina’daki Charleston şehrine getirilir. Charleston’daki köle pazarında onlarca köle ile küçücük bir odada yeni sahibini bekleyen İbn Seyyid’in nasıl onur kırıcı muamelelere maruz kaldığı bilinmez. Fakat bir gün Johnson isimli biri gelip onu satın alıp oradan çıkarır. Johnson, İbn Seyyid’in tarifiyle zayıf, küçük, berbat ve Allah korkusu olmayan bir kâfirdir. Çok zor işlerde çalışmaya zorlanan İbn Seyyid fazla dayanamaz ve Johnson’ın evinden kaçar, orman içerisinde bir aylık uzun bir yürüyüş sonrasında bir yerleşim yerine ulaşır.

Burada bir kiliseye giren İbn Seyyid, namaz kıldıktan sonra at üzerinde bir genç görür. Bu genç, az sonra gelen babasına içeride zenci (Sudanlı) bir adam gördüğünü söyler. Bunun üzerine Hindah isimli bir adam yanında atlı biri ve çok sayıda köpekle gelip İbn Seyyid’i tutar ve on iki mil (yaklaşık 20 km) yürüterek North Carolina’daki Fayetteville’ye getirirler. Bu şehirde bir kiliseye hapsedilen İbn Seyyid, on altı gün boyunca burada tutulur. Ardından dört günlüğüne başka bir eve götürülür. Oradayken General Owen gelip onu satın alır ve Bladen bölgesindeki evine götürür. Ardından ömrünün sonuna kadar bu hanede yaşam sürer.

Ömer bin Seyyid’in Charleston’da kendisine yapılanlardan hayli etkilendiği anlaşılmaktadır. Fayetteville’de kilisede tutulurken onu satın almak isteyen biri Charleston’a gitmek isteyip istemediğini sorduğunda, İbn Seyyid defalarca “hayır, hayır, hayır” diye bağırdığını anlatır. İleriki süreçte de sahibi James Owen, isterse doğduğu topraklara gitmesini teklif etmiş fakat İbn Seyyid oradan ayrılmak istemediğini belirtmiştir. Hatta cevabında, memleketinde eşini ve bir çocuğunu bıraktığını fakat yol uzun olduğu için tekrar yakalanıp başka birine köle olarak satılmaktan korktuğunu bildirmiştir. Otobiyografisinde Owen ailesinden övgüyle bahseden İbn Seyyid’in, Owen ailesinin yediklerinden kendisine de yedirdiklerini, General Owen’ın giysilerinden kendisine de verdiğini, onun kendisini dövmediğini, kötü lakaplarla çağırmadığını, aç bırakmadığını, çıplak gezdirmediğini, ağır işte çalıştırmadığını söylemesinden, bu eve gelmeden önce bu tür muamelelere maruz kaldığı anlaşılabilir.

İbn Seyyid ayrıca Hristiyanlığa geçişini de anlatır. James Owen ve kardeşinin kendisine İncil’den parçalar okuduğunu, böylece kalbinin doğru yola, Hz. İsa’nın yoluna açıldığını söyler. Ancak burada kullandığı dil önemlidir. “Bu Hristiyan ülkesine gelmeden önce, benim dinim Muhammed’in dinidir” diye kurduğu cümlede geçmiş zaman değil, geniş zaman sîgası kullanılmıştır. Sahibinin kontrolünde yazdığı bu hayat hikâyesinde, bu tür ifadeler kullanmak zorunda kaldığı söylenebilir. Afrika’dayken İslam dininin gereklerini yaptığını, abdest için yüz, baş, el ve ayaklarını yıkadığını ve güneş doğmadan önce mescide gittiğini ve ayrıca öğle, ikindi, akşam ve yatsı namazlarını kıldığını tafsilatlı anlatır. Her yıl altın, gümüş, ekin ve sürü hayvanlardan zekat verdiğini, her sene küffara karşı savaşmak için cihada katıldığını, yapabilen herkes gibi Mekke ve Medine’ye yürüdüğü ifade eder.

Babasının altı oğlu ve beş kızı, annesinin üç oğlu ve bir kızı vardır. Otuz yedi yaşındayken memleketinden ayrılmış ve hayat hikâyesini yazdığı 1831’de Amerika’da, bu Hristiyan ülkesinde, ikamet edeli yirmi dört sene olmuştur.

Ömer b. Seyyid'in "Hebrew" notunu yazdığı İncil.

Ömer b. Seyyid’in “Hebrew” notunu yazdığı İncil.

Otobiyografideki hitabında “Ey North Carolinalılar, Ey South Carolinalılar, Ey Amerikalılar” şeklinde bir kullanım göze çarpar. Bu ifadeden sonra Owen ailesinden bahsetmektedir. James ve John Owen’ların babası ve annesinin isimlerini, kaç çocukları olduğunu eşlerinin isimleriyle birlikte detaylıca aktarır. Güzel bir aile/soy olduklarını da hep ifade eder. Hatta bir yerde, “Ey Amerikalılar, sizin bunlar gibi Allah’tan çokça korkan bir nesliniz var mı, var mı, var mı?” diye bir soru da bulunmaktadır.

Sonda ise, “Ben Ömer, Kur’an-ı Azîm kitabını okumayı çok seviyorum” demektedir. Hemen ardından General Owen ve eşinin İncil okuduğunu, kendisine de çokça okuduklarını söyler. “Allah bizim Rabbimiz ve yaratıcımızdır” dedikten sonra “kalbimi İncil’e, doğruluk yoluna aç” diye dua eder. “Hamd alemlerin rabbi olan Allah’ındır, verdiği bütün nimetler için hamdolsun” diye de devam eder. Sonra dua maksadıyla önce Fatiha Sûresi’ni sonra İncil’den Rabbin Duası’nı (the Lord’s Prayer) kaleme alır.

Notlarının olduğu İncil'den başka bir görüntü.

Notlarının olduğu İncil’den başka bir görüntü.

Ömer bin Seyyid’in, hayat hikâyesi dışında, tuttuğu notlar da mevcuttur. North Carolina’nın güneybatısında bulunan Davidson şehrinde bulunan Davidson College kütüphanesinde Ömer bin Seyyid’e ait bir İncil bulunur. Bu İncil 1700’lerin sonunda Cambridge ve Oxford’lu iki profesör tarafından Arapçaya çevrilmiş ve Afrika’daki misyonerlik faaliyetlerinde de kullanılmıştır. İbn Seyyid’in sahibi General Owen, ona bu İncil’i okuması için hediye etmiştir. İbn Seyyid’in bu Arapça matbu İncil üzerinde notları bulunmaktadır. Bundan dolayı bu İncil İbn Seyyid’in İncil’i olarak meşhurdur ve hatta bazı yazılarda bu İncil’i onun Arapçaya çevirdiği yazılıdır ki bu doğru değildir. İbn Seyyid İncil’deki başlıkların üzerine o başlığın İngilizcesini Arap harfleriyle yazmıştır. Örneğin Pavlus’un İbranilere mektubu bölümündeki “İbraniyyin” kelimesinin üzerinde Arap harflerinde “Hebrew” yazılıdır. Başka notlarında ay isimlerini İngilizce olarak fakat Arap harfleri ile yazdığını bildiğimizden, bu başlıklarda da aynı nedenle İngilizce karşılıklarını yazdığı düşünülebilir. Otobiyografisinden anlaşıldığı üzere hayatının ilerleyen dönemlerinde Arapçası zayıflayan İbn Seyyid İngilizce konuşsa da okuma yazma dili sadece Arapçaydı. Bundan dolayı İngilizce ibareleri Arap alfabesinde yazarak kendine kolay bir yöntem edindiği tahmin edilebilir. Bu İncil, Ömer bin Seyyid’in vefatından sonra, John Owen’ın kızı Ellen Guion tarafından, misyonerlik faaliyetlerinde meşhur olan Davidson College’ın kütüphanesine 1871’de hediye edilmiştir.

11 Kasım 1855 tarihli mektup.

11 Kasım 1855 tarihli mektup.

İbn Seyyid hakkında, o yaşarken de öldükten sonra da, Amerika’daki çeşitli gazete ve dergilerde yazılar kaleme alınmıştır. Vefatından önce New York’ta çıkarılan Observer dergisinde William Plumer’in (1802-1880) onun hakkında yazdığı makale gibi, bu yayınlar da onun hakkındaki temel kaynakları oluşturmaktadır. Bir de kendisinin yazdığı bazı notlar bugün North Carolina’daki kütüphanelerde mevcuttur. Bunlardan Ömer bin Seyyid’i birinci ağızdan anlamak, tanımak mümkündür. Örneğin 1819 tarihli bir notunda, doğduğu topraklarda olma arzusunu dile getirmiş, Afrika’ya gitmek istediğini söylemiştir.

Chapel Hill’de bulunan North Carolina Üniversitesi’nin Wilson Kütüphanesi’ndeki nadir eserler bölümünde ona ait iki ayrı yazı mevcuttur. Bunlardan biri 1855 tarihinde yazdığı mektuptur ve miladi 11 Kasım 1855 Pazartesi günü yazıldığı söylenen mektupta gün ismi Arap harfleriyle “Monday”, ay ise November’e işaretle “Nuba/Nuvebe” olarak yazılmıştır. Ayrıca mektubun başında besmeleden sonra Hz. Muhammed’e salavat yer almaktadır. İkinci not ise Ömer bin Seyyid’in 1857’de yazdığı Nasr Sûresi’dir. Bu notta, Nasr Sûresi’nin ilk ayetinin sonuna, Saff Sûresi’ndeki “karîbun ve beşşiri’l-mü’minîn” ibaresi eklenmiştir.

Nasr suresi

Nasr suresi

Kendisi hakkında birçok çalışma yapılan Ömer bin Seyyid, bazı çalışmalarda “Omar ibn Said” olarak geçse de mektuplarından hareketle “Omar ibn Sayyid” demek daha doğru olacaktır. Sadece literatürde değil, sosyal yaşamda da tanınmış olan İbn Seyyid anısına, vefat ettiği Fayetteville’de 1991’de bir cami inşa edilmiş ve bu camiye “Omar ibn Sayyid” adı verilmiştir.

The post Afrika’dan Amerika’ya Köle Bir Âlimin Öyküsü: Ömer bin Seyyid appeared first on ORDAF.

15 Temmuz Sonrası Ortadoğu ve Afrika İçin Yeni Yol Haritası Nasıl Olmalı?

$
0
0

Türkiye’nin içinden geçmekte olduğu süreci sadece gündelik problemlere yoğunlaşarak aşması mümkün değildir. Yükselen ve sözünü dinleten bir güç olabilme yolundaki Türkiye, mevcut problemler ile birlikte geleceğini ve özellikle de dışardaki mevcudiyetini yeniden kurgulamak zorundadır.

15 Temmuz darbe girişiminin iki temel amacı vardı. Darbeyi başarıp, Türkiye’yi karanlık bir zihniyetin kıskacına terk etmek ve bu zihniyetin kendi meşruiyetlerini sağlayabilmesi için Türkiye’yi dış dünyadan soyutlaştırıp yalnızlaştırmak; kaynaklarını, enerji geçiş güzergahlarını ve Türkiye’nin geleceğini peşkeş çekmek. Bu hain girişimin B planının olmadığını varsaymak mümkün değildir. Zaten içeride özellikle işbirliği yaptıkları terör ile yaratılmak istenen kaos B planının hayata geçirildiğinin açıkça işaretidir. Milletimizin sağduyusu, devlet refleksinin hızlı bir şekilde normale dönmesi, icra erkinin ve muhalefetin dayanışması ile bu süreç atlatılacaktır. Elbette bu süreçte milletimizin her ferdi ve her kesimimin özveri göstermesi gerekmektedir. Türkiye Cumhuriyeti’nin tarihi birikiminin bunu yapabilecek kudrete malik olduğu açıktır.

Ancak bu birikimin önünde durmak isteyenlerin birebir ilişki içerisinde olduğu medya grupları da derhal harekete geçerek büyük bir algı operasyonu başlatmıştır. Nitekim son bir buçuk aydır Türkiye bu bağlamda da büyük bir saldırı ile karşı karşıyadır.  Türkiye’nin yükselen bir güç olmasına tahammülü olmayan aleyhtarları; aslında para ile her yöne döndürülmesi mümkün olan ama Türkiye aleyhtarlığında daima gönüllü olan uluslararası lobiler; Türkiye’nin değerlerini koruyup geliştiren ama aynı zamanda demokrasiyi de benimseyen bir ülke olmasından hoşlanmayan sözde müttefikler veya en azından onların içindeki kimi kesimler harekete geçti/geçirildi ve büyük bir algı operasyonu başlatıldı. Müdahaleler ile Dünyayı kendi keyiflerine göre şekillendirmeyi amaçlayan Şahinler; onlara yol açan yumuşak güç unsurları ve özellikle FETÖ ile işbirliği içinde olan çeşitli coğrafyalardaki yerel unsurlar harekete geçti. Bütün bunlar az çok bilinmekte ve zaten geçmişte de benzeri durumlar yaşanmaktaydı.

Türkiye’deki olumsuz her gelişmeden en çok etkilenen ve etkilenecek olan İslam dünyasının; Ortadoğu ve Afrika coğrafyasının ve hatta Orta Asya ülkelerinin darbe girişimi sonrası beklenen tepkiyi ver(e)memesi ise daha vahim ve üzerinde düşünülmesi gereken bir vakadır. Bu çerçevede Türkiye’nin Ortadoğu ve İslam Dünyasına karşı kurguladığı politikaları eleştirilebilir ancak unutulmamalıdır ki Türkiye 15 Temmuz öncesi net bir şekilde bu politikalarını gözden geçireceğini ilan etmiş ve ilk girişimlerini de bu doğrultuda başlatmıştı. Hatta biz de 3 Temmuz’da “Dış Politikada Bilgi ve Esneklik İhtiyacı” yazımızla bu yeni tavrı desteklemiş idik. Türkiye’nin özel olarak Arap Baharı ile birlikte ama tedrici olarak 2012’den sonra özellikle bazı Ortadoğu ülkelerinde gerileyen imajı şekil değiştirmeye ve olumlu yönde yükseliş göstermeye başlamıştı. Dolayısıyla darbe girişiminin önemli bir boyutu da kuşkusuz Türkiye’nin İslam ülkeleri, Ortadoğu ve Afrika’da yeniden yükselmeye başlayan imajına da zarar vermek ile ilgilidir. 

Buradan hareketle bugün Türkiye’nin Ortadoğu, Afrika ve genel olarak İslam Dünyasına karşı politikalarının her zamankinden daha fazla önem arz etmeye başladığı gerçeğini hatırlatmakta yarar vardır. Ancak artık geçmişteki enstrümanlar ile yetinmemiz mümkün değildir. İşe yarayan eski araçları ve imkanları kullanırken bu konuda yeni yaklaşımlar, daha yaratıcı politikalar geliştirmek zorundayız.

Arap dünyasında özellikle Körfez ülkelerinde halkın Türkiye’yi anlamasına çalışılmalı fakat daha da önemlisi krallar, emirler, idareciler nezdinde ciddi girişimlerde bulunulmalıdır. Aslında bu kişilerin gözlerinin Türkiye’den ziyade ABD ve kısmen Avrupa’da olmasına rağmen, sık sık yapılacak diplomatik ziyaretler ile bakışları Türkiye’ye çevrilmelidir. Körfez sermayesine eskisinden daha fazla kapı aralamalı ve bu ülkelere Türkiye’de kendilerinin stratejik ürünlerini üretmelerine imkan sağlanmalıdır. Müşterek AR-GE çalışmaları yapılmalı bu maksatla TÜBİTAK görev üstlenmelidir. Kısa, orta ve uzun vadeli politikalar ile ilgilerinin sürekliliği sağlanmalıdır. Kısa vadede mutlaka Türk-Arap Üniversitesi fikri hayata geçirilmelidir.

Afrika’nın FETÖ’nun cirit attığı bir coğrafya olmaktan çıkarılması için Türkiye kıtanın her noktasında görünürlülüğünü artırmalıdır.  THY bu konuda 15 Temmuz öncesi önemli bir misyon üstlenmişti ve Afrika’nın pek çok yerine uçarak Türkiye’yi görünür kılmıştı. Ancak şimdi yeni bir yaklaşımla, sunacağı promosyonlar ile Türkiye’yi Afrika için vazgeçilmez bir destinasyon yapmalıdır. Tabi ki dış temsilciliklerimiz ve vize politikalarımız da buna göre revize edilmelidir. Özellikle İstanbul’daki 3. havaalanının hizmete geçeceği süreçte Afrika’da da büyük kampanyalara imza atılmalıdır. Belki diğer sosyal projelere ayrılan paylar bir süreliğine promosyonlarda kullanılmalıdır.

Şer odağının geçmişte Türkiye’nin ismini kullanarak elde ettiği avantajlar ile kurdukları eğitim kurumlarının birden yok edilmesi mümkün değildir, ancak bu durum büyütülecek bir mesele de değildir. Afrika’daki eğitim faaliyetlerinin bulundukları ülkelerin nüfusuna oranla binde birlik bir oranı teşkil ettiği ortadadır. Fakat burada önemli olan husus ise eğitiminde odak aldıkları kesimlerdir. Genel olarak elit ve idareci kesimin çocukları eğitilirken, onlar aracı kılınarak veya ortak edilerek meydana getirilen ticari hacmin büyüklüğü bilinmemektedir. Bu yüzden ticaretin yaygınlaştırılması için de teşvikler, serbest ticaret anlaşmaları, vergi muafiyetleri ve kredilendirme imkanları geliştirilmelidir.

Eğitim noktasında bu boşluğu doldurmak adına kurulan Maarif Vakfı, sosyal mühendislikten ziyade bölge ihtiyaçlarını dikkate alan, özellikle ara ve teknik eleman yetiştiren meslek okulları açarak Afrika’da yaygın büyük bir hizmet sunacağı gibi Türkiye’nin imajının yükselmesine de katkı sağlayabilir. Maarif Vakfı’nın öncülük edeceği bu eğitim kurumlarının doğrudan Türkiye’nin sermayesi ile değil, aksine mutlaka  yerli girişimciler tarafından yaptırılmasına özen gösterilmelidir. Kısa vadede Türkiye Üniversiteleri ile Afrika Üniversiteleri müşterek programlar açarak, Afrikalı bilim adamı ve öğretim üyelerini de ülkemize getirip Türk Üniversiteleri Afrikalılar için cazip hale dönüştürülmelidir. Uzun vadede mutlaka Türkiye-Afrika üniversiteleri de kurulmalıdır. Özellikle diasporadaki Afrikalılardan istifade yolları aranmalıdır. Böylece hem Afrika’da ve hem de Afrika dışında Türkiye’nin imajının yükselmesine imkan sağlanmış olacaktır.

Ortadoğu’da ve Afrika’da yapılacak faaliyetlerde mutlaka Türk markaları yaratılmalıdır. Hizmet ve müteahhitlik ya da Türkiye’de üretilen bir ürünün pazarlanması mümkündür. Fakat bu sürdürülebilir bir politika değildir ve kolay unutulur. Diğer taraftan her zaman sunduğunuz ürün ve hizmette rekabetin olacağı düşünüldüğünde, ilgili ülkelerde markalar oluşturulmadan rekabette avantaj sağlanması mümkün değildir. Kısa ve uzun vadede, iğneden ipliğe, hafif sanayiden ağır sanayiye kadar her alanda özellikle Afrika ülkelerinde Afro-Türk veya Türk-Afrika markaları yaratılmalıdır ki Türkiye’nin adı ve politikaları süreklilik kazanabilsin.

Önemli bir dönemece giren ve hayati önemi haiz sorunlar ile boğuşan Türkiye için bu saydıklarımızın ikincil önemde olduğu iddia edilebilir. Fakat unutulmasın ki Türkiye’nin başına gelenler zaten Türkiye’yi sınırları içinde tutma girişiminden başka bir şey değildir. Bu yüzden bu saydıklarımız bugün yaşanan sorunun özünde yatmaktadır ve öncelikli konular arasında yer almaktadır. Büyük ülke olabilmek her halükarda çok yönlü ve büyük düşünmekten geçer.

The post 15 Temmuz Sonrası Ortadoğu ve Afrika İçin Yeni Yol Haritası Nasıl Olmalı? appeared first on ORDAF.

Ortadoğu Okulu 2

$
0
0

Ortadoğu Tarihi, Sosyo-Ekonomik Yapısı ve Jeopolitiği 2016 Sertifika Programı

ortadogu-okulu-2-kucuk

Bu sertifika programı; yaşadığımız Ortadoğu bölgesinin tarihi, sosyo-kültürel yapısı, dini ve mezhebi dengeleri, ekonomisi, enerji kaynakları ve jeopolitiği gibi tüm özelliklerini anlama amacı taşımaktadır.

8 hafta sürecek bu program boyunca öğrenciler, Ortadoğu bölgesini öğrenme ve bölgede yaşanan gelişmeleri anlama konusunda becerilerini arttırma imkânı bulacaklardır.

Akademisyenlerin bölgenin farklı yönlerine ilişkin derinlikli sunumlarının yanında sahadaki güncel bilgiyi sunacak gazetecilerin aktarımları ile birlikte bu program, teoriyi ve pratiği bir bütün olarak ele alacaktır.

Uzmanlar, içinden geçtiği karmaşık süreci göz önüne alarak Ortadoğu’daki mevcut çatışmaları ve Türkiye’nin bu bölgedeki konumuna dair tartışmaları her hafta farklı bir konu ile katılımcılara aktaracaklardır. 

  • Program için tıklayınız. (Program bilahare buradan ilan edilecektir.)
  • Afiş için tıklayınız.

Önemli Tarihler

  • Son başvuru tarihi: 28.10.2016
  • Kabul listesinin ilanı: 03.11.2016
  • Program başlangıcı: 12.11.2016

Önemli Hususlar

  • Programa katılım ücretsizdir.
  • Kabul edilen adaylardan kayıt sırasında öğrenim durumlarını gösterir belge ile nüfus cüzdan sureti talep edilecektir.
  • Program cumartesi günleri 13:00-17:30 saatleri arasında olacaktır. Katılım sertifikası için seminerlere devam zorunludur.

Başvuru Rehberi

  • Programa başvurmak için linke tıklayınız: http://bit.ly/2de1I0g
  • Açılan sayfada ‘Create Account’ linkine tıklayarak bir hesap oluşturunuz.
  • ‘Create New Submission’ linkine tıklayınız.
  • Açılan sayfada ‘Title’ kısmına programın adını yazınız. Dosya yükleme bölümüne öğrenci iseniz öğrenci belgenizi yükleyiniz ve formdaki tüm soruları eksiksiz cevaplayınız

The post Ortadoğu Okulu 2 appeared first on ORDAF.

Zorunlu Ortaklıklar Ekseninde ABD-İran İlişkileri ve İran’da Reformcu Siyasetin Geleceği

$
0
0

Özellikle SSCB’nin dağılmasından sonra, kendi ekonomik, siyasal ve kültürel eğilimlerini tüm küreye yaymak için gerekli güç ve motivasyona sahip tek aktör olarak kabul edilen ABD’nin, küresel misyon iddiası, her halükarda geçerli  değildir. Ülkede, küreselleşme fikri kadar, “Amerikan rüyasının” kendine has bir Amerikan imtiyazı olduğu düşüncesi de toplumsal ve siyasal olarak güçlü şekilde benimsenmektedir. Bu eğilim bir çeşit politik izolasyonizmi de beraberinde getirmektedir.

Ülkeler arasında mutlak bir kendini tecrit veya tam bir entegrasyon ihtimali çok düşüktür, bu çerçeve de Amerikan izolasyonizmi göreceli bir kavramdır. Fakat belli dönemlerde dışa açılma fikri ağır basarken, diğer bazı dönemlerde, uluslararası alanlardan geri çekilme/sınırlar örme eğilimi güçlenir. Uluslararası anlaşmalardan veya platformlardan çekilme, var olan siyasi sınırları, hukuki veya fiili engeller yoluyla güçlendirerek, diğer ülke vatandaşlarının ülkeye gelişini engelleme, ülke vatandaşları ile  mülteci veya göçmenler arasında psikolojik sınırlar inşa ederek tecrit eğilimini topluma yayma gibi özellikler gösteren bir siyaset, temel yapısı itibariyle izolasyonist ve milliyetçi nitelikler taşımaktadır.

Bugün gündemde olan, Obama döneminde Küba ile yakınlaşma politikasının tersine çevrilmesi, Meksika sınırına örülmek istenen duvar ve Müslüman ülke vatandaşlarının, ABD’ye girişine getirilen doğrudan ve dolaylı kısıtlamaların benzerlerine Amerikan tarihinde sıkça rastlamak mümkündür. 1924 Johnson Göçmen Yasası ile “Amerikan demokrasisi için tehlikeli insanların” ülkeye girişine engellerin getirilmesi  veya 1907-1928 yılları arasında bazı eyaletlerde uygulanan kısırlaştırma işlemleri, bugün hayata geçirilmeye çalışılan uygulamaların, geçmişteki örnekleri olarak kabul edilebilir. Bu bağlamda izolasyonist ve milliyetçi eğilimi tetikleyen en önemli faktör, 1920’li yıllarda ülkenin ekonomik alt yapısının zayıflaması, durgunluk veya gerileme potansiyelsinin artmasıdır.

İki Dünya Savaşının sonunda da, Avrupa ve Ortadoğu yaşanan yıkıma karşın ABD, ekonomik ve siyasi olarak yükselişe geçmiş, savaşlar adeta ABD ekonomisinin lokomotifi haline gelmiştir. Savaşın çetin geçtiği coğrafi  alanlardan uzaklık, psikolojik ve fiili yıkımın ortaya çıkmasını önlerken, Avrupalı müttefiklere silah ve mühimmat temin etmek için sanayinin tam kapasite çalışması, ülkedeki büyük tekeller için yüksek bir ekonomik refaha dönüşmüştür.

Bu kısa tarihsel arka plan çerçevesinde, milliyetçi ve izolasyonist duruşu güçlü şekilde temsil eden ve ticari ilişkilerde hukuki kuralları ve siyasi engelleri en aza indirmeye gayret gösteren Trump’ın, Ortadoğu ve İran siyasetini anlamaya çalışmak kolaylaşmaktadır.

Zorunlu “Ortaklık”lar

Başkan Donald Trump’ın nasıl bir Ortadoğu siyaseti izleyeceği, göreve başladıktan yaklaşık altı ay sonra yavaş yavaş netleşmeye başladı. Başkan adaylığı döneminden itibaren, Obama yönetiminin Ortadoğu politikasını, İran’la ilişkileri ve nükleer anlaşmayı açık şekilde eleştiren Trump, söylem olarak gerilim düzeyi yüksek bir siyaseti benimsemiş görünmektedir.

Ancak, hem ABD’de hem de İran’da yerleşik dış politika eğilimleri, uygulamaları ve alışkanlıkları bulunmaktadır. ABD’nin Ortadoğu’da, kalıcı düşmanı ve müttefiki olmadığı gibi, İran dış politikası da on yıllar süren uluslararası tecridin etkisiyle pragmatist yönü güçlü bir potansiyele kavuşmuştur. İki ülkenin bu özelliklerinden dolayı, Trump’ın perspektifi ile İran’daki devlet siyasetinin, bölgesel ve siyasal olarak uyuştuğu konular da yok değildir.

İlk olarak, İran’ın Rusya ile stratejik düzeyle ortak hareket edebilme kapasitesi bulunmaktadır. İran, Suriye krizinde, bölgesel konularda ve hatta çoğu zaman BM Güvenlik Konseyi’nde Rusya’nın desteğini almayı başarmıştır.

Buna ilaveten, Trump yönetiminin Rusya ile ilişkilerinin, Obama döneminden farklılaşacağı açıkça ortadadır. Trump, özellikle Ortadoğu ile ilgili meselelerde çözümün Rusya ile birlikte hareket ederek bulunabileceği kanısındadır. Trump seçimi kazandıktan kısa bir süre sonra, Başkanı Obama’nın Rus diplomatları sınır dışı etme kararına Putin’in karşılık vermemesi göz önünde bulundurulduğunda, Rusya’nın da Trump dönemi ikili ilişkilerden bir hayli ümitvar olduğu söylenilebilir.

Trump ve Putin Ortadoğu’da, yerleşik statükolar dışında, muhalif İslamcı hareketlerden rahatsızlık duymakta, bu bağlamda, Hamas, Müslüman Kardeşler, El-Kaide ve IŞİD’i aynı kefeye koymaktadırlar.

Ruhani ise, daha ılımlı bir çizgide görünmekle birlikte İran’ın Ortadoğu politikasında ipleri elinde bulunduran Hamaney ve ekibi, bölgesel olarak askeri varlığını IŞİD ile mücadele bağlamında meşrulaştırmaktadır.

İran siyasetinin iki aktörü Hamaney ve Ruhani, uzun dönemli siyasal tecrübeleri olan isimlerdir ve muhtemelen ABD ile askeri olarak doğrudan karşı karşıya gelmemeye özen gösterecektir. D. Trump ise, ekonomik refahı kutsal misyonu sayan ve ülkelerin iç siyasal yapısını yeniden şekillendirme için çaba harcamaya yakın durmayan bir isimdir. Zira S. Arabistan’da verdiği önemli mesajlardan birisi de “ABD size nasıl yaşamanız gerektiğini söyleyemez” olmuştur.

Ronald Reagan dönemini hatırlatırcasına, ticari ilişkilerde her türden kısıtlamaya karşı olan Trump, S. Arabistan’la imzaladığı silah anlaşmasının hemen akabinde, Amerikan merkezli Boeing şirketi, İran Aseman Havayolları ile 2017 başında alınan 80 uçağa ilaveten, 60 yolcu uçağı alımı konusunda anlaşmaya varmıştır.

Bu “ortaklıkların” yanında, ikili ilişkilerdeki yüksek tansiyonun içeriğine yakından bakmak ve çeşitli ihtimalleri tartışmaya açmak, politik gelişmelerinin seyrini analiz etmeye yardımcı olacaktır.

Askeri Müdahale İhtimali

Trump’ın ekibinden bazı isimler, İran’ın bölgesel güvenlik politikalarının Amerikan çıkarlarına ters düştüğüne yönelik açıklamalar yapılmış olmakla birlikte; Paris İklim Değişikliği Anlaşması’ndan çekilen, ObamaCare olarak adlandırılan genel sağlık reformunu risk alarak iptal ettirmeyi başaran ve ülke tarihinin en büyük finansal krizlerinden biri olan Mortgage krizi sonrası Obama yönetiminin uygulamaya koyduğu Wall Street ve diğer mali sermayeyi denetlemek amacıyla kabul edilen yasayı (Dodd-Frank Yasası) Kongre’de cumhuriyetçilerin desteği ile kaldıran Trump yönetiminin, İran’la yapılan nükleer anlaşmayı kabullenmiş gözüküyor olması, söz konusu açıklamaların, askeri müdahale boyutuna kolaylıkla geçmeyeceğini göstermektedir.

Zira, nükleer anlaşmanın onaylanmasından sonra İran, ekonomik yaptırımların resmi olarak kaldırılmasıyla önemli ölçüde mali güce ulaşmıştır. Yaklaşık olarak %6 düzeyinde büyüyen ekonomisine rağmen, işsizliğin azalmamasının bir nedeni de, ekonomik yaptırılmaların kaldırılmasıyla elde edilen gelirlerin önemli bir bölümünün Devrim Muhafızlarına, bölgesel askeri operasyonlarda kullanılmak üzere verilmiş olmasından kaynaklanmaktadır. Örneğin, 2017 genel bütçesinde İran’ın savunma harcamalarına ayrılan pay bir önceki yıla göre yaklaşık %39 oranında artış göstermiştir.

İran’ın bölgesel güvenlik politikalarını finanse eden mekanizma, nükleer anlaşma ile ivme kazanmıştır. Trump’ın, Devrim Muhafızlarının mali kaynaklarını kesmek yerine, terör örgütü ilan etmeyi tartışmaya açması, daha ziyade seçimlerde kendisini destekleyen kesimlere yönelik bir tavır olarak da değerlendirilebilir.

Diğer bir ihtimal olarak değerlendirilen, ABD güdümünde S. Arabistan ile Körfez ülkelerinin İran ile doğrudan bir savaşa girmesi, yalnızca bölgesel değil küresel olarak da intihar sayılabilecek sorunlar yaratabilir. Böyle bir durumda, ilk etapta Avrupa’ya mülteci akının yaratacağı siyasal krizler, İsrail’in geleceği, ABD’nin ekonomik çıkarları ve İran rejiminin durumu risk altına girecektir. Çünkü bugün ortaya çıkabilecek geniş ölçekli bir savaş, İran-Irak savaşı gibi iki ülke ile sınırlı olmayacaktır.

Bölgesel bir savaş ihtimali, silahlanma eğilimine rağmen, henüz güçlü değildir. Bunun yanında Trump yönetimi, askeri ve siyasi açıdan İran’ın küresel sistemden mümkün olduğunca izole edilmesini tercih edebilirler. ABD’nin, Rusya ile Ortadoğu’da uzlaşma ve birlikte hareket etme çabası ve Körfez’de İran karşıtı bloğun güçlendirilmesi, İran karşısında atılacak adımların öncüleri olarak da görülebilir. Bu şekilde, İran siyasetinin radikal bir çizgiye kaymasına bağlı olarak, sonraki adımlar için zemin güçlenmiş olacaktır.

Bu nedenle, Trump ve ekibinin İran karşıtı söylemi ve siyaseti daha ziyade İran’da Reformcu ve ılımlıların baskı altına alınmasına neden olabilir. Ancak, kısa vadede Hamaney ve ekibi açısından, rejim güvenliği sorununu çözmeye yönelik adımları ve Ortadoğu’da yayılmacı siyasetin önünde henüz bir engel teşkil etmemektedir.

İran’da Reformcu Siyasetin Geleceği

Hamaney’in görünen siyasi hedefleri; sıklıkla şikayet ettiği ülkesindeki “yabancı nüfuzunu” ortadan kaldırmak olarak da kodlanan reformcuların gücünü kırmak, sürdürülebilir oranda Ortadoğu’da etkinliğini korumaya çalışmak ve rejimin güvenliğini garanti altına alacak mekanizmaları güçlendirmektir.

Ruhani ilk döneminde, İran’daki siyaset dışı muhalefet odaklarına karşı, toplumunun desteği ve küresel konjonktürün katkısıyla, beklentilerin altında ancak belli ölçüde direnç gösterebilmiştir. Bu bağlamda Ruhani, Hamaney’in iktidarını sorgulamaya çalışmasa da, Devrim Muhafızları’nın askeri ve ekonomik özerkliğini ve hükümetin iradesi dışında hareket edebilmesini eleştirmeyi ihmal etmemiştir.

Örneğin Ruhani, İran ekonomisinin, net rakamlar olmamakla birlikte, üçte ikisine yakın bölümünü kontrol eden Devrim Muhafızları’nı, daha ziyade büyük ve ulusal güvenlik açısından stratejik kabul edilen alanlarda iktisadi faaliyetlerine devam edebileceğini, fakat diğer yatırım alanlarının özel sektöre bırakılmasının ülke ekonomisi açısından gerekli olduğu argümanı ile eleştirmiştir. Ancak buna rağmen yeni dönemde Ruhani’nin Devrim Muhafızları’nın ekonomik faaliyetlerini sınırlandıracak adımlar atması hayli zorlaşmış görünmektedir.

Buna ilaveten, vaat edilen siyasi reformları yapmak ile uluslararası ekonomik ve siyasi entegrasyonun gerçekleşmesi ihtimali de zayıflamış ve Ruhani, siyasal açıdan durağan veya statükocu bir noktaya itilmiştir. Çünkü, Ruhani’nin arkasındaki destekleyici küresel konjonktür, artık Hamaney’in arkasına geçmiştir.

Bu nedenle, İran’da toplumsal ve siyasal krizler Hamaney sonrası döneme ertelenmiş gibi görünmektedir. Hamaney’in İran siyasetinde güçlü bir aktör olmasının nedeni, makamın kendisine sağladığı imkanlar kadar, kişisel olarak devrim öncesine uzanan siyasal mazisi ve bu süreçlerde kendisi ile uyumlu bir devlet oligarşisi inşa etmesinden kaynaklanmaktadır. 1981 yılında cumhurbaşkanı, 1989 yılında da dini lider koltuğuna oturan Hamaney, bu tarihten itibaren ülkenin en güçlü aktörü haline gelmiştir.

Hamaney’in mutlak sayılabilecek bir otorite inşa etmiş olması kendisinden sonrası dönemin keskin çatışmalarının da önünü açmıştır. Kendi içerisinde bağımsızlaşmış Devrim Muhafızları Komutanları, rejim kurumlarının engellemelerine rağmen yükselen siyasal aktörler ve toplumsal katmanlar, siyasi, hukuki ve fiili olarak güvencesi sınırlı  fakat ülkenin ikinci önemli makamını işgal eden Cumhurbaşkanı gibi çok parçalı bir denklemin olduğu İran’da, Hamaney sonrası için dikensiz bir yol görünmemektedir.

Ülke dışındaki siyasal gerilimlerin de etkisiyle, içerisinde Devrim Muhafızları Komutanları’nın da olduğu yeni bir iktidar mücadelesi yaşanması beklenebilir. Zira, son seçimlerde bütün kariyerini Hamaney’e yakınlığı ve devrime sadakati sayesinde elde etmiş olan İbrahim Reisi’nin Cumhurbaşkanlığı seçimini kaybetmesi, Muhafazakârların beklediği, Hamaney sonrası yumuşak geçiş senaryolarını da zayıflatmıştır.

Kuşkusuz bölgesel gerilimin yüksek olacağı ancak bölgesel ateşin fitilini kimsenin kolay kolay yakmaya cesaret edemeyeceği yeni bir döneme girilmiştir. Bu yeni dönem yalnızca uluslararası konuları ve krizleri içermemekte, ulusal ölçekteki kırılmalara da zemin hazırlamaktadır.

Siyasal çalkantılar, uluslararası gerilime bağlı olarak, İran ve ABD toplumlarının kendi içerinde de ortaya çıkacak gibi görünmektedir. ABD toplumumun en azından bir bölümü 19. yüzyılın kontrolsüz ve kuralsız kapitalizmini, küresel bir dünyada içe kapanmayı, 21. yüzyılda inşa edilmesi düşünülen ülkelerarası duvarları ve göçmenlerden oluşan bir halk olarak aşırı göçmen karşıtı söylemi kabullenmekte zorlanacaktır. Diğer taraftan, İran halkının büyük çoğunluğu, İran rejiminin dünya ile olan ilişkilerinin rehabilite edilmesi beklentisine sahiptir. Ekonomik refah ve küresel toplumla uyumlu ilişkiler bekleyen kesimlerin daha fazla güvenlik devletine tahammül göstermekte zorlanabileceği öngörülebilir. Dolayısıyla her iki ülkede, siyasetin radikalleşmesi ile birlikte, toplumsal taleplerin, toplumsal krizlere dönüşme potansiyeli de yükselişe geçmektedir.

Suudi Arabistan’da Yeni Veliaht: Muhammed b. Selman ve Körfez’in Muhtemel Geleceği

$
0
0

21 Haziran sabaha karşı bir kraliyet kararnamesi ile Suudi Arabistan (SA) ikinci veliahtı Muhammed b. Selman birinci sıraya çekildi. Böylece hem babasından hemen sonra kral olma hakkını elde etti ve hem de zaten sahip olduğu yetkiler pekiştirilerek bir veliahttan çok kral naibi gibi hareket etme imkanını buldu. 2015’te babası Selman b. Abdülaziz’in kral olmasından beri yaşanan gelişmeleri takip edenler için sürpriz bir gelişme değildi bu. Ancak böyle bir kararın Trump’ın ziyareti ve Katar krizinin hemen ardından gelmesi bir sürpriz olarak değerlendirilmesine ve arka planının anlamlandırılması için farklı yorumların yapılmasına sebep oldu. Hatta yakın zamanda Kral Selman’ın oğlu adına tahttan feragat edebileceği beklentileri bile oluştu.

Karar Neden Sürpriz Değildi?

Kardeşi Kral Abdullah’ın ölümünden sonra Selman b. Abdülaziz 2015 başında kral olduğunda Suudi Arabistan’daki iç dengelerin değişeceği işaretleri belirmişti. Yeni kralın hem uzun yıllardır Savunma Bakanı olmasından kaynaklı olarak dış temasları güçlü ve hem de aile içinde ve SA’da popülaritesi yüksekti. Ama yaşlı ve rahatsızdı. Krallığın bütün işlerini kendisinden önce belirlenmiş olan veliahtlar ile götüremeyeceği de açıktı. Nitekim ilk adım Nisan 2015’te atıldı ve birinci veliaht Muqrın azledilerek yerine Muhammed b. Nayif atandı. Bu yapılırken de ikinci veliahtlığa Muhammed b. Selman getirildi.

Kral Selman bu süreçte, SA’nın idari geleneklerine aykırı olarak Şura Meclisi’ne kadın üye seçerek toplumsal taleplere ve modernleşmeye ön ayak olacağının işaretini verirken bu düzenlemeler kulislerde genç ikinci veliahtın fikirleri olarak yansıdı. Yemen savaşında savunma bakanı olarak Muhammed b. Selman’a biçilen rolün yanında özellikle Nisan 2016’da ilan edilen SA’nın 2030 vizyonu çalışmalarının başına getirilmesi de bugünün habercisi idi. Zaten son bir yıl içinde bütün bölge/vilayet emirlikleri ve bakanlıklarda yapılan düzenlemeler hem 21 Haziran’ın bir hazırlayıcısı ve hem de Muhammed b. Selman’ın hızla tahta yaklaştırılması süreci idi.

Bugün artık bu süreci geriye doğru tartışmak yerine bölgeyi nelerin beklediğini tartışmak yerinde olacaktır. Aslında bu tartışmalar da büyük ölçüde yukarıdaki süreçler ile birlikte yapılmaya başlanmıştı ancak alınan bu kararın hemen akabinde daha da fazla dillendirilir oldu.

Muhammed b. Selman’ın Birinci Veliaht Olması Ne İfade Ediyor?

Bu değişim esasında bütün dünyada 90’lı yıllarda başlayan Soğuk Savaş tipi liderliğin nihayet bölgeye sirayet etmesi hatta bir kesimlere göre de Suudi Arabistan’da Arap baharı sürecinin bir yansıması olarak değerlendirilebileceği gibi Yemen savaşında beklenen sonucun alınamamasının doğurabileceği muhtemel sonuçları beklemeden Birleşik Arap Emirlikleri’nin tesirinde bir tedbir olarak da görülebilir. Aynı şekilde Katar krizinin baş muhatabı Şeyh Temim karşısında “şaha şah gerek” anlayışı ile yetkilendirilecek genç bir lider vasıtasıyla Körfez’in geleceğini şekillendirme ve belirleme arayışı olarak da yorumlanabilir. Bu ve benzeri değerlendirmeleri çeşitlendirmek mümkündür ancak bugün için görülen tek gerçek alınan bu karar ile birlikte Muhammed b. Selman’ın bütün bu yorumlar uyarınca hareket edebilecek bir güce eriştirildiğidir.

Babası kral olmadan önce hiç gündemde olmayan bir gencin birden ortaya çıkması ve hatta dünya liderleri ile muhatap edilmesi; Körfez’in en büyük ülkesinin ve Körfez İşbirliği Teşkilatı’nın kaderini tayin edecek yetkiler ile donatılması sürecinde tanınan Muhammed b. Selman nasıl bir imaj çizmiş ve nasıl algılanmıştır? Bu soru ekseninde yapılan yorumlar iki eksende yoğunlaşmaktadır. Birincisi Muhammed b. Selman’ın kişiliğine odaklanan ve onun muhteris ve ideolojik davranış sergileyen bir karakter olduğunu ifade eden yorumlardır. Bunca yetkilerin yüklendiği bir kişinin muhteris olmasa bile öyle görünebileceğini tahmin etmek zor değil. Zaten tarihsel sürece de bakıldığında her zaman bir rekabetin egemen olduğu hanedan arasından en muhteris olanların tahta geçebildiği açıktır. Bu açıdan söz konusu toplumda bu durum bir eksiklik değil aksine bir meziyettir. İkinci hususa gelince, Körfez’deki diğer akranlarının aksine daha muhafazakar bir eğitim ortamında ve Suud/Vehhabi geleneklerine bağlı olarak yetiştirilen Muhammed b. Selman’ın ideolojik yaklaşımının biri İran’a karşı duyduğu kindir ki bunun temelinde Vehhabi-Şii nefretinin yattığında kuşku yoktur. Bu geleneksel duruşun yanında bir diğer ideolojik yaklaşım ise konjonktürel olan ve Arap Baharı süreci ile gelişen Müslüman Kardeşler düşmanlığıdır.

Peki Muhammed b. Selman gibi bir karakterin birinci veliaht ilan edilmesinden sonra Körfez’i önümüzdeki süreçte ne beklemektedir? Bu soruya verilen cevaplar incelendiğinde özellikle İran’a karşı daha keskin politikalar üretileceği ve bunu yapabilmek için de ABD ve İsrail ile daha fazla yakınlaşma olacağı yorumları göze çarpmaktadır. Bu çerçevede tabii olarak Filistin sorunu için Hamas’sız yeni formüller üretilecektir. Aynı minvalde İran’ın Irak yönetimindeki etkilerinden Irak; Türkiye ve Katar’ın Müslüman  Kardeşler politikalarından dolayı da her iki ülke önemli ölçüde etkilenecektir.

Bütün bu yorumların şimdilik spekülasyon olarak değerlendirilmesi yerinde olacaktır. Zira Muhammed b. Selman’ın bugüne kadar sergilediği davranışlar buna işaret edebilir ancak tüm bu davranışların tahta yaklaşmak için gereken taktiksel davranışlar olduğu kabul edilmeli ve bundan sonra uzun vadeli ve daha stratejik davranışlar sergileyeceği hesaba katılmalıdır.

Yukarıda özetlenen keskin değerlendirmeler için vaktin henüz erken olduğu da düşünülürse bölgedeki bu yeni gelişmeye bir şans verilmesi gerekmektedir. Ancak bugün için en önemli olan husus artık SA’da ikinci nesil yöneticilerin sonunun geldiğidir; üçüncü kuşak kral ve yöneticiler elbette yeni bir siyaset sahneye koyacaklardır.

Suud Hanedanı’nda Kadınların Etkisi

Şimdilik yukarıdaki yorumla yetinmekle birlikte pek ele alınmayan ve SA hatta Körfez iç dengeleri bakımından çok önemli olan başka bir hususu daha burada paylaşmak uygun olacaktır.

Suudi Arabistan’ın hala çok katı gelenekler ve özellikle İslam’ın Hanbeli/Vehhabi yorumuyla yönetildiği herkesçe bilinir ancak daha fazlası kamuoyunda yer almaz. Ancak hanedanın işleyiş yapısı açısından özellikle kadınların rolünün incelenmesi yerinde olacaktır. Zira en azından 17. yüzyıla kadar dayandığı bilinen (kimi tarihçilere göre 15. Yüzyıl) bir aile/hanedan olan Suud ailesi içinde kadınların önemli bir ağırlığı bulunmaktadır. Burada bunun detaylandırılması imkansızdır ancak Muhammed b. Selman’ın yükselişi ile de ilişkilendirilebilecek bir kaç örnek verilebilir. Bugünki Suud hanedanlığının kuruluşu, daha doğrusu kabileden devlete dönüşü 1744 yılına dayandırılır. Bu tarih, Vehhabi yorumunun teorisyeni Muhammed b. Abdülvehhab’ın, Necid’in Uyeyne bölgesinden kaçarak Suud hanedanlığının o tarihteki emiri olan Muhammed b. Suud’un emir olduğu Dir’iyye’ye geldiği tarihtir. Siyasi ve dinî çevreler tarafında “sapkın” olarak nitelendirilen ve Osmanlı Devleti’nin de takibatında olan böyle bir aktivistin kabul edilmesi zordu. Üstelik o, Muhammed b. Suud’a geleceğin devletini ve servetini vadediyordu. Muhammed b. Suud bu teklif karşısında direnince, eşi devreye girerek onu ikna etti. Böylece Suud-Vehhabi ittifakı kuruldu. Başka bir ifade ile daha Suud devletinin kuruluş aşamasında bile kadının rolü çok önemli idi.

Daha sonraki yıllarda Suud emirlerinin kabileler arasında entegrasyonu sağlamak ve bağlılık elde etmek için güçlü kabilelerden evlilik yapma politikası güttükleri bilinen bir gerçektir. Genelde güçlü ve köklü bedevi kabilelere mensup eşlerden doğan erkek çocuklar ön plana çıkar. Modern Suudi Arabistan’ın uluslararası sahneye çıktığı 1932 yılında kurucusu olan Abdülaziz b. Suud’un çeşitli kabilelerden seçtiği ve siyasi evlilikler yaptığı eşlerinin sayısı bilinmiyordu. Bu gelenek oğulları arasında da devam etmiştir. Veliahtlar ve emirler annelerinin kabilesine göre değerlendirilir. Bu bazen bir kişinin konumunu yükselttiği gibi Yemen savaşı başladığında birinci veliahtta olduğu gibi şansını da azaltabilir. Muqrın’ın annesi Yemenli idi ve o yüzden de Yemen harekatı öncesi veliahtlıktan düşürülmesi sorun olmadı.

Peki bu arka plan Muhammed b. Selman’ın birinci veliaht olarak ilan edilmesini ne kadar açıklayabilir. Bu noktada Muhammed b. Selman’ın annesi kimdir? sorusunu sormak yerinde olacaktır.

Muhammed b. Selman’ın annesi merkezi Arabistan’ın en eski ve güçlü bedevi kabilelerinden olan Ajman/Ujman’a mensup Fahde bint Felah bin Sultan bin Felah b. Rakan b. Hitleyn’dir. Ajman kabilesi, bugün SA ile Kuveyt arasında hatta bir kısmı Irak taraflarında yaşayan köklü bir bedevi kabiledir. Tarihte bölge politikalarında önemli yer oynamıştır. Özellikle Muhammed b. Salman’ın anne tarafından dedesi Rakan b. Hitleyn’in bizim yakın tarihimiz ile de yakın ilişkisi bulunmaktadır. Bu dönüşüm hanedan içinde etkili olan diğer kabileleri devre dışı bırakarak doğrudan SA’nın toplumsal dengelerine yansıyacaktır.

Daha önce siyasi evlilikle ile saraya giden kadınlar emirler ve krallar üzerinde etkili olmuşlardı. Çok güçlü bir Arap kabilesi olan Ajman kabilesi esasında Suud ailesine muhalif iken bu tür ilişkiler ile hanedana entegrasyonu sağlanmıştır ve Suud tarihinde ilk defa annesi Ajman olan biri kral olmaya en yakın aday olmuştur. Bu durum bugünün birinci veliahtı ve geleceğin muhtemel kralı Muhammed b. Salman’ı SA toplumsal dengeleri açısından daha güçlü kılacağı bir gerçektir. Bu durum Suudi Arabistan’da iki yeniliği ortaya koymuştur. Birincisi, yakın dönemde ilk defa bir kral kendi oğlunu birinci veliaht olarak atamıştır. İkincisi ise ilk defa kökü Ajman kabilesi dayanan bir veliaht Suudi Arabistan’ın siyasi sahnesinin en üst noktasına ulaşma şansı yakalamıştır.

Ancak bu hikayenin Türkiye’ye nasıl yansıyacağı konusu ise şimdilik merak edilmeye devam edilmelidir.

Viewing all 330 articles
Browse latest View live